ÇOK ÇİĞ ÇAĞ

 

ÖNSÖZ

Bu kitap çeşitli basın organlarında yayınlanan yazılarımın bir derlemesidir. Yazılarıma şöyle yeniden bir göz attığımda, içinde yaşadığımız çağın insanlığın gerçekten olması gereken yerden ne kadar uzakta olduğunu bir kez daha fark ettim.

Teknolojide, sanayide, bilimde çok ilerlemiş olabiliriz dünya toplumu olarak. Ama insanlık değerlerinde, sosyal yaşamda, içinde yaşadığımız doğaya, hayvanlara ve hatta insanlara karşı duyduğumuz sorumluluk duygularında çok ilkel bir yaşam sürdüğümüz ortada. Sanki ortaçağ karanlığında yaşıyor gibiyiz.

İçinde yaşadığımız çağ ÇOK ÇİĞ ÇAĞ. Bu kitabı insanlığın teknolojide olduğu kadar insanlık değerlerinde de ilerlemesi umuduna adıyorum.

Bu başlık aynı zamanda değerli şairimiz B. Necatigil’in unutulmaz şiirindeki çağı kucaklayan ifadesini yankılıyor. Burada da aynı ondaki gibi insan insanı daraltıyor, sınırlıyor, köreltiyor. İncitiyor. Aynı onun şiirindeki gibi yaşanmakta olan çok çiğ bir çağa pencereler açıyor.

Yıldız Sağtürk

 

          Sakladığım baharlar nerde bu kilim için,
          Nerde yıllarca önce, ben sana...
          Ne yaptın baharları, baharsız çok çiğ, topraklarda... Çok çiğ, çiçekler - hiç yok - hani bu kilimde ?
          Hani beyaz, beyaz, beyaz... Beyazları ne yaptın ? Çok çiğ bu kızgın yaz, çiğ bu karakış !
          Bari biraz kışlarda ... Çıplak, çok çiğ !

          Çok çiğ bu çığlık, bu en bol renk : Kara !

                                                 Behçet Necatigil

 

 

İÇİNDEKİLER

  • Önsöz 
  • Çifte standartlı – Çoklu standartlı – Standartsız 
  • Asabiyim, Asabisin, Asabi... 
  • Çok Çiğ Çağ 
  • Bir uzakdoğu düşüncesi: Yin ve Yang
  • Zıtlıklar arasında uyumlu sonsuz geçiş 
  • Sevgi üstüne 
  • Yeni bir hayata başlamak 
  • Nasıl bir yaşlılık seçerdiniz? 
  • Yeni yıl çocukların yılı olmalı! 
  • Artık değişmek gerek!!! 
  • İnsan değerleri adına en son ne zaman gittik? 
  • Çocuklar ölmesin artık 
  • Çocuk kurban 
  • Aids – 21.yüzyıla taşınan felaket! 
  • Ayna 
  • Sözcükler dünyası 
  • Özgünlük özgürlüktür 
  • Şiddete şiddetle isyan 
  • Şiddet çarpı şiddet:
  • Çocuklar üstüne işlenen suçlar 
  • İyilik evrensel! 

 

 

 

ÇİFTE STANDARTLI – ÇOKLU STANDARTLI – STANDARTSIZ

 

İçinde yaşadığımız çağda, içinde yaşadığımız toplumun en büyük sorunu bir standart sahibi olmayışı. Çeşitli toplumsal olaylarda, her türlü meseleye bakış açımızda, insan ilişkilerinde ve hatta ürettiğimiz ürünlerde bir standart oluşturamadık. Kimi zaman çifte standartlı, kimi zaman çoklu standartlı, kimi zaman da standartsız bir yaşam, bakış açıları ve değerlendirmeler içindeyiz. Gerçi sadece biz değil, birçok ileri geçinen ülke insanlarının da sorunu bu. Çağın insanı çiğ. Çifte standartlı, çoklu standartlı, standartsız.

Her ne oluyorsa değerlendirmelerimiz kendi istifademize, kendi menfaatimize göre. İçinde bulunduğumuz kulübün, birlikte yaşadığımız grubun beğenilerine göre. Standart nedir? Niye gereklidir standart?

Standart prensiplerdir. Standart kişiliktir. Standart kaliteli yaşamın göstergesidir. Standart ne istediğini, ne aldığını bilmektir. Standart hayat görüşündeki belirginliktir. Olayları kendi geçmişinin ve temel değer yargılarının süzgecinden geçirmek, onu sağlam bir temele ve prensiplere oturtmak, durum ve şartlar ne olursa olsun o görüşü sürdürmek ve o prensiplerden fedakarlık etmemektir.

***

Demokrasi, farklı politik görüşler, işkence, laiklik, insan hakları, kadın ve çocuk hakları, uluslararası ilişkiler, yaşama biçimlerinin tercihi konularına bakıyoruz. Ne kadar da çifte standartlı bir toplum olduğumuzu bir kez daha bütün açıklığıyla görüyoruz. Kavramları sadece kendi yönümüzden ve kendimize göre değerlendiriyoruz. Aynı kavramın başka alternatiflerine hiç toleransımız yok.

Mesela demokrasi kavramı... Demokrasiye aşık davranıyoruz. Demokrasiyi amaç kabul ediyoruz. Ama demokrasinin kurumlarını, demokrasinin gereklerini istediğimiz gibi, işimize geldiği gibi yorumluyor, işimize geldiğince sömürüyoruz.

Mesela insan hakları... Çağdaş bir toplumda insan haklarının gereği üzerinde ne ahkamlar kesiyoruz. Ancak toplumun pek çok kesiminde, gitgide büyüyen gelir dağılımı uçurumları, artan işsizlik, emeğin sömürülmesi, sağlık hizmetinin sağlıklı bir şekilde kitlelere ulaştırılması, eşit eğitilmek hakkı gibi konularda hiç de duyarlı olmuyoruz. Sadece ucu bana dokunduğu zaman ortalığı ayağa kaldırıyoruz. Başkası, başkaları için belki bir “vah vah”la seyirci kalmayı tercih ediyoruz.

Mesela işkence konusunda çifte standartlıyız. Aman bana dokunulmasın da başkasına yapılıyorsa belki haklı sebepleri vardır. Oysa maddi, manevi ve fiziksel işkence insan haklarına aykırıdır ve hiçbir zaman onay görmeyecek ve her zaman kınanacak bir olgudur.

***

Kadınların aile içinde ezilmemesi, dövülmemesi, hor görülmemesi adına yaptığı bu mücadeleler, erkek ağırlıklı bir parlamentoda hiç ilgi görmedi. Seçmen nüfusunun yarısının kadın olduğunu hiçe sayan bir parlamento, demokrasi, özgürlük, eşitlik nutukları attığı zaman ortalıkta toz bırakmayan erkek parlamento, kadın haklarına gelince kadın haklarını geliştiren taslakları usulca sümenin altına itiverdi. Ne gerek var canım, otursunlar oturdukları yerde. Bu demokrasi atına binerek iş başına gelmiş bu sözde demokrat beyler, “Ne hakkıymış, ne eşitliğiymiş?” diyerek toplumun hemen her katmanından yükselen ve ıstırap çeken kadın çığlıklarına bıyık altından gülümseyerek kulaklarını tıkadılar. Ta ki Avrupa Birliğine hoş görünmek kaygusu içine düşene kadar. Yine de başörtüsü ve kadının örtünmesi sözde modernite entegrasyonunun önüne geçiverdi. Bir yanda Avrupalılaşmak, modernleşmek arzusu, diğer yanda toplumun yarısını oluşturan, gelecek nesillerimizi yetiştirecek olan kadınlarımızın kafalarını ve düşüncelerini türbanların içine hapsetme, tecrit etme tutkusu. Kadını taassubun esaretine itiverme dürtüsü. İşte erkek egemen toplumun çifte standartı. İki yüzü.

***

Değil sosyal hayat, değil yaşama koşullarımız, kullandığımız, ürettiğimiz eşyaların bile bir standart içinde olması ne kadar önemli. Çarşıya gitmek için zaman harcıyorsunuz, gidip bir elektrik prizi alıyorsunuz, evdeki cihazların standardına uymuyor. Pahalı ve kalitesiz... Standardı oluşmamış.

***

Standart, kaliteli yaşamanın ilkesidir. Çağdaş bir toplumda çağdaş insanlar olarak, kendinizden memnun olarak yaşamak istiyorsak eğer, hayat prensiplerimizi ve düşünce standartlarımızı iyi tayin etmemiz gerek. Ve bireysel, toplumsal standartlarımızı cesaretle ifade etmekten kaçınmamamız gerek.

Modern ya da olgunlaşmış insan olmanın gereği, standartları olmak, ilkeleri olmak ve ilkeleriyle yaşamaktır çünkü.

Çifte standartlı, çoklu standartlı, standartsız çok çiğ bir çağ, iki yüzlü bir çağ içinde yaşadığımız çağ. Olgunlaşması gerek.

 

 

ASABİYİM, ASABİSİN, ASABİ...

 

Farkında mısınız bilmem, son zamanlarda ne kadar asabi bir toplum olduk.

Gün sürekli öfke nöbetleri içinde geçiyor.

Herkes birbiri ile kavgalı. Suratlar gergin. Her şeyi eleştiriyor, hiç kimseyi beğenmiyor, alabildiğine hoşgörüsüz yaşayıp gidiyoruz. El kol işaretleri ile kavga eder gibi, bağıra çağıra konuşuyoruz.

Son yıllarda unuttuğumuz bir kavram hoşgörü.

Toplumla barışık, toplumun genel değer yargılarıyla barışık yaşamayı öğrenmek zorundayız. Her şeyden önce kendi kendimizle barışık yaşamak zorundayız. Kendi kendimizle kavgalı bir yaşam bütün ruhsal yapımızı alt üst etmekte, kendine güvensiz, umutsuz, ezilmiş bir çizgiye doğru bizi sürüklemektedir.

Geniş görüş, geniş ufuklar, hoşgörü; insani sevgiyi, sevecenliği ve saygıyı da beraberinde getirir.

Kendi doğru bildiğimiz ve kabul ettiğimiz değerlerin dışında her şeye karşı peşin hükümle kapılarımızı kapatmamalıyız.

İçinde yaşadığımız toplumun her kesiminin genel değer yargıları içinde, birlikte yaşamanın gerektirdiği ortak paydaları bulup çıkarmak ve onları çoğaltmak insan ve toplum sorumluluğudur.

Gitgide hızla değişen toplum yapısı içinde birlikte hoşgörüyle yaşamak, her görüş ve yaşama biçimine saygılı olmak demokratik düşüncenin gereği.

“Demokrasiyi ne kadar benimseyen bir toplumuz?” sorusunu kendimize soralım.

Toplumun en küçük birimi aileden itibaren düşünceye ve haklara saygılı olmak ve hoşgörülü olmak ilkesini ne kadar içimize sindirebilmişsek, o kadar demokrasiyi de benimseyebilmişizdir.

Bu ilke her birimizden çıkış noktası alarak toplumun her kesimine yayıldığı zaman toplumsal sinirlilik, yerini toplumsal hoşgörüye bırakacaktır.

“Asabiyim, asabisin, asabi” kelimeleri, “Hoşgörülüyüm, hoşgörülüsün, hoşgörülü” kavramlarıyla yer değiştirecektir. Çok çiğ çağ yerini olgunlaşan insanlara, olgunlaşan bir çağa bırakacaktır.

 

 

ÇOK ÇİĞ ÇAĞ

 

Artık çok iyi görüyoruz ki, toplumda gitgide tırmanan, büyüyen, çoğalan bir uzlaşmazlık var. Evimizin koruyucu kabuğundan insan içine çıktığımızda, farklı yaşam biçimlerini, farklı inanışları, kutuplaşmayı ve sevgisizliği soluyoruz. Uzlaşmazlık sadece kendi toplumumuzda değil; bütün sınır komşularımız da bizimle bir uzlaşmaz tutum içinde. Dinler birbiriyle daha uzlaşmaz bir platforma çekiliyor. Kültürlerarası uzlaşmazlık gün be gün artıyor.Uzlaşmazlık insanlığın içinde tomurcuklanıyor. İnsanlar insanlara, toplumlar toplumlara, ülkeler ülkelere hoşgörüsüz. Sevgisiz.

Bir hikaye var aklıma gelen, belki duydunuz, belki de şimdi duyacaksınız, anlatmadan geçemeyeceğim. Hoşgörünün ve hoşgörüsüzlüğün sınırlarını alabildiğine çizen. Hikaye şöyle:

“Dünyada 3. Dünya Savaşı patlamış. Bütün milletlerin orduları birbirine girmiş. Karadan, deniz üstünden, deniz altından, havadan dünya hiç olmadığı kadar bombardıman edilmiş. Atom bombaları, nötron bombaları, kimyevi ve biyolojik silahlar, bilgisayar harikaları en usta hünerlerini göstermişler insanlığı ve dünyayı mahvetmek için.

Uygarlıklar çökmüş. İnsanlar kitleler halinde yok olmuşlar. Taş taş üstünde kalmamış. Ortalık yıkık, dökük, toz duman. Denizlerde yanmış, batmış savaş gemileri, nükleer denizaltılar...

Gökyüzünde sadece iki uçak kalmış. İki düşman uçak. Doğudan ve batıdan birbirlerine doğru jet hızıyla uçarak yaklaşmaktalar. Birbirlerini fark etmişler. Düşman pilotların kin dolu bakışları millerce öteden birbirlerini delmiş. Yakıtlarının son damlalarında karşı karşıya gelen uçakları hızla birbirine çarptırmışlar. Gökyüzünde büyük bir patlama olmuş. Dünyadaki son insan çığlığı, nefret dolu yankılanmış. Dünyadaki son mekanik hareket bir patlamayla sona ermiş. Patlamadan yayılan metal parçacıkları yeryüzüne dökülmüş ve ardından bir sessizlik hakim olmuş dünyaya.

Önce derin bir sessizlik ve onda uzunca bir süre sonra ileride yaşamın izlerini henüz kaybetmemiş ama savaşta gövdesinden kırılarak devrilmiş bir ulu ağacın kovuğunda bütün bu olayları sessiz fakat engin bir bilgelikle seyreden iki şempanzeden erkek olanı, dişisine usulca ve sevgi dolu “Haydi hamın, yeniden başlayalım. İş yine bize düştü.” diye fısıldamış.

***

Şöyle bir tükettiklerimizi düşünelim dilerseniz. Şu koskoca evrende yaşayabileceğimiz tek yer olan dünyamızı olanca hız ile tüketiyoruz. Havayı, suyu, toprağı, ormanları tüketiyoruz. Sevgiyi tüketiyoruz. Dostlukları, arkadaşlıkları tüketiyoruz. Özverileri tüketiyoruz. İnançları tüketiyoruz. İnsanlığı tüketiyoruz. Toplumsal değer yargılarını, kültürel değerleri, toplumsal sorumlulukları, verici olmayı, insani saygıyı tüketiyoruz. Siyaseti tüketiyoruz. Ekonomiyi tüketiyoruz. İlerleme ümidini tüketiyoruz. Çağdaş değerleri tüketiyoruz. Toplumsal bütünlüğü, birlikte çalışma, başarma azmini, ulusça özgüveni tüketiyoruz.

Ne uğruna bu mirasyedi tavırlarımız?
Bu üstün insan değerlerinin, toplum değerlerinin yerine hangi değerleri koyuyoruz?

Bencillik, kıskançlık, özenticilik,
Kin, nefret, aşağılık kompleksi,
Ezme duygusu, böbürlenme, sorumsuzluk Sevgisizlik...

Bir şempanze öyküsünün hepimize düşündüreceği çok şey var gerçekten!..

 

***

Toplum yerinden oynamış, kaymış değer yargılarıyla dolu. Evrensel kavramlar, genel ahlak değerleri tümden sarsılmış. Her türlü çarpık davranış kanıksanmış. Toplumsal değer yargılarını yeniden yerli yerine oturtmazsak eğer, toplumsal karışıklığa bir çözüm getirebilmek mümkün olamayacaktır.

Bir suçluya, bir hırsıza, bir uyuşturucu müptelasına, bir yankesiciye, birçok insanı katleden bir caniye suçlu olup olmadığını sorarsanız eğer, size suçlu olmadığını söyleyecektir. Suçluların çoğu suçlu olmadıklarına inanırlar. Yaptıklarının suç olmadığını düşünürler. Çünkü yaşadıkları suç ortamında değer yargıları farklı gelişmiştir. Toplumun suç olarak kabul ettiği kavramlar, davranışlar, onların yaşam biçimleri içinde suç değildir. Değer yargıları farklıdır. Yankesicilik, yankesicinin normal davranış biçimidir. Hırsızlık ise hırsızlığın... Yaşama biçimleri normların dışındadır.

Toplumca öncelikle üstünde durmamız gereken şey, oynamış, yerinden kaymış değer yargılarını yeniden yerli yerine oturtabilmektir.

Masum bir şempanze öyküsünden algılanabilecek çok şey var gerçekten...

 

 

BİR UZAKDOĞU DÜŞÜNCESİ: YİN VE YANG ZITLIKLAR ARASINDA UYUMLU SONSUZ GEÇİŞ

 

Uzakdoğu düşüncesinde bir sembol vardır. Çin motiflerinde, Endonezya figürlerinde, Kore bayrağında yer alan bir sembol. Bu sembolde bir daire vardır, içinde daireyi çeperden çepere birleştiren “S” harfi şeklinde bir eğri. Sanki tersine iç içe girmiş iki virgül, düzgün ve kusursuz bir daireyi oluşturur. Bu figür bir yaşam çemberidir, binlerce yıldır insan yaşamına egemen bir Uzakdoğu düşüncesine göre.

Bu iç içe birbirine ters geçmiş, hareketli ve birinin bittiği yerde diğeri başlayarak büyüyen iki zıt renkteki iki virgül, zıtlıkların kainat içindeki sonsuz beraberliğini ve sonsuz geçişini simgeler.

Bu, Uzakdoğu düşüncesinde Yin ve Yang’dır. Yang, sıcaktır, artı kutuptur, hareketi, aklı, girişimi ve gücü simgeler. Yang, güneştir, etkindir, doğa anaya tohumu ekendir ve erkektir. Yin soğuktur, eksi kutuptur, sükuneti, duyguyu, gizemi, dayanıklılığı ve tedbiri simgeler. Yin, aydır, anadır, doğuran, koruyan, büyütendir ve kadındır.

Uzakdoğu felsefesi zıtların bir arada uyum içinde sonsuz geçişlerinin ve zıtlıkların vazgeçilmez uyumunun kainatı oluşturduğuna inanır.

Artı ve eksi, hareket ve sükunet, akıl ve duygu, gizem ve açıklık, erkek ve dişi bu sembolde zıtlıkları oluşturur. Birbiri için vazgeçilmezdir. Biri diğerinden ne daha fazla gereklidir, ne daha önemlidir, ne de daha üstündür.

Mesele erkek ve kadın kimliğini doğru algılayabilmek, bu kimliği benimseyebilmek, sevebilmek, bu kimlikle yücelmek, onurlanmaktır.

Kendinde var olan kimlik güçlerini ortaya çıkarabilmektir.

***

Öyle görülüyor ki kadın son bir yüzyıldır ve 20. yüzyılın sonuna gelirken her zamankinden daha çok kimlik bunalımında. 20. yüzyılda sürekli kendini ve toplumu sorgulayan kadın toplumda kendi yerini tayin edebilmiş değil. Toplumsal dengede ve dengesizlikte kadın kendini toplumun zayıf, güçsüz, itilmiş, haksızlığa uğramış bir ferdi olarak buluyor.

İşte bu noktada kadın, kimliğinin değerlerini yeniden sorguluyor. Kimi zaman erkek gibi ve erkek davranışları içinde olmayı ve erkekle özdeşleşmeyi, erkek haklarına kavuşmanın kolay bir yolu olarak görüyor.

Kimi zaman da erkekten kaçıp uzaklaşarak, kendi kapalı ve dar dünyasına kapanarak kendini korumayı tercih edebiliyor.

Hem kadın ve kadın kimliği içinde kalarak, toplumun eşit haklara sahip, gerekli, vazgeçilmez ve ileri değerlerle donatılmış bir ferdi olarak kabul edilmek, temelde kadının en büyük ihtiyacı.

Kadın, kadın değerlerini koruyarak başarılı olmak istiyor. Kendine ekonomik olarak yetmek istiyor. Bir babanın yerine geçen bir kocanın hamiliğini istemiyor.

Kadın eşte ve işte, evlilik hayatında ve iş hayatında erkekle birlikte sonsuz bir uyum ve vazgeçilmezlik, sonsuz bir sevgi ve saygı içinde kainatın uyumlu akışının bir parçası olmak istiyor.

 

İşte bu arayış içinde, bozulan toplum dengeleri içinde doğru kadın kimliğini yakalayabilmek gerçekten çok önemli.

***

Tabii bütün bu duyumları özümlerken toplum içinde kadın ya da erkek olarak değil, bir birey olarak, gerçek bir kişilik olarak insan amaçlarını gerçekleştirmek oyunun kuralı.

Kadının başını örtüp örtmemesi, nasıl örtüneceği, nasıl örtünmeyeceği bugünün konuları olmamalı. Kendi bedeninin farkında olarak ya da olmayarak başkalarında uyandıracağı duygular da kadının sorunu değil. Erkeğin olmadığı gibi... Her insan kendinden, kendi duygularını kendince yönlendirmekten sorumlu.

Hiçbir insanın başkaları adına kendi yaşam özgürlüğüne set çekemeyeceği gibi...

***

Erkek ve kadın, evrenin özgür, farklı ve zıt kutupları... Ve evren, aynı güçteki zıtların vazgeçilmez beraberliği ve vazgeçilmez sonsuz uyumu...

Ying ve Yang. Bir Uzakdoğu evren düşüncesi. Zıtlar arasında sonsuz uyumlu geçişi, sonsuz üretken girdabı, evrensel aşkı, tutkuyu, vazgeçilmezliği anlatır.

Bu evrensel düşünce içinde kadının ve erkeğin gerçek yerini bulabilmesi bugün bile cinslerin kimlik arayışına bir ışık tutabilir belki.

 

 

 

SEVGİ ÜSTÜNE

 

Kaç türlü sevgiyle kucaklarız çevremizi, hiç düşündünüz mü? Kaç türlü sevgiye açız? Kaç türlü sevilmeye susuzluğumuz var?

Önce yakın çevremize, dostlarımıza, arkadaşlarımıza, yakınlığımız olan insanlara, sanatçılara duyduğumuz, zaman zaman şekil değiştiren, zaman zaman isim değiştiren sevgi.

Sonra bir sevgiliye duyulan, tutkuyla, kıskançlıkla, coşkuyla ve fırtınalı duygularla birleşen, kaynaşan sevgi. Aşk.

Daha sonra yarattığımız bir esere, çizdiğimiz bir resme, yazdığımız bir kitaba, bestelediğimiz bir müziğe, sözcük sözcük dizdiğimiz bir şiire duyduğumuz sevgi. Yaratıcılığın sevgisi.

Bir öncekine biraz benzeyen sevgilerin en safı, lekesizi, en özverilisi, en sonsuzu ve en sakınılanı, tertemiz bir pınar gibi benliğimizin derinliklerinden kaynaklanan, çağıldayan, çocuğumuza, çocuklarımıza duyduğumuz sevgi. Çocuk sevgisi. İnsan neslini ileri taşımanın sevgisi.

Daha daha sonra insanın topluma duyduğu sorumluluk. Toplum adına fedakarlıkta bulunma, toplumsal gelişme, iyileşme için çaba sarf etme arzusu. Toplum sevgisi.

Vatan sevgisi. Millet sevgisi.

Çevre ve tabiat sevgisi. Yaşanan çevreyi koruma ve tabiata sahip çıkma arzusu. Tabiatı yaşama ve tabiatı yaşatma sevgisi.

Sonra kainatı derinden duyma ve hissetme sevgisi. Kainatın minicik ve vazgeçilmez bir zerresi olduğunun farkına varma sevgisi. Kainatla birleşme, kainatla bir bütün olma sevgisi.

Ve insanın kendi kendine duyduğu sevgi. İnsanın varlığıyla, yaptıklarıyla, hedefleri, yapacaklarıyla, çabaları, başarıları ve başarısızlıklarıyla kendi kendini sevmesi.

Hiç düşündünüz mü, bu sevgilerin hangileriyle kucaklıyoruz evreni? Hangi sevgileri dolu dolu yaşıyoruz, hangilerine açız? Hangi sevgiye susamışlığımız var, hiç düşündünüz mü?

 

 

YENİ BİR HAYATA BAŞLAMAK

 

Çoğumuzun hayatı birçok döneminde hayal kırıklıkları ile doludur. Sevdiğine kavuşamamanın hayal kırıklığı, beklediği başarıyı elde edememenin hayal kırıklığı, yanlış anlaşılmanın hayal kırıklığı ile doludur hayatımız.

Öylesine hayal kırıklıkları ki insanı yaşadığından bezdiren, artık hayatın tadının kalmadığını düşündüren, hayatı anlamsızlaştıran ve hatta zaman zaman ölümü arzulatan ve bütün yaşama sevincini alıp götüren güçlü duygulardır bunlar. Zaman her şeyi tedavi eden iyi bir ilaçtır denir ama hayal kırıklığı içinde bedbinliğin karanlık kuyusuna yuvarlanan kişi sanki bu durumundan hiç kurtulamayacak gibidir.

İşte tam o sırada hayatın bizi ezen duygularından silkinmek, kendine yeni bir ufuk açmak ve hatta yeni bir hayata başlamak, ezici hayal kırıklığından yepyeni ve daha güçlü bir insan olarak ortaya çıkmak hiç de imkansız değildir.

İnsanı güç duruma düşüren şanssızlıklar, hayal kırıklıkları bakın nasıl olağanüstü durumların ve değişimin sebebi oluveriyor. Beni etkileyen olağanüstü bir portre, hayran olunacak bir kişilik ve bir yaşam öyküsü ile anlatmak istiyorum, büyük hayal kırıklıklarına rağmen kaderini elinde tutan insanların gücünü.

***

Dünyada bilimsel başarıları ile büyük jüri tarafından bir değil, iki Nobel Bilim Ödülü almaya değer bulunan tek kadın olma vasfını taşıyan Madam Curie, henüz daha genç bir kızken memleketi Polonya’dan Almanya’da oturan ablası ve eniştesinin yanında yaşamak, üniversite eğitimi almak üzere yola çıkmıştı. O zaman daha adı Maria Sklodovska idi.

Yanında bir çantada basit giyecekleri ve bir bavul dolusu kitaplarından başka hiçbir şeyi yoktu. Kara tren gençliğini geçirdiği Polonya ve zorluklarla dolu yeni yaşamını planladığı Almanya arasındaki sınır kapısına geldiğinde kompartımanları dolaşan gümrük memuru, Maria Sklodovska’nın matematik kitapları ile ağzına kadar dolu çantasına bakarak sordu: “Gümrüğe ibraz edilecek birşeyiniz var mı?” Genç kız başını kaldırıp baktı ve “Hayır, memur bey. Hiçbir şeyim yok. Geçmişim ve hatıralarımdan başka. Onları gümrükte bırakabilir miyim?”

***

Maria Sklodovska orta öğrenimini bir Rus lisesinde tamamlamış ve 16 yaşında altın madalya ile mezun olmuştu. Matematik ve fizik öğretmeni olan babası bütün mal varlığını başarısız yatırımlarda bitirdiği için Maria hemen üniversite eğitimine başlayamadı. Zengin Leh gençlerine özel ders vererek ve mürebbiyelik yaparak aile bütçesine katkıda bulunmaya başladı. Ancak bir gün genç Maria Sklodovska ile mürebbiyelik yaptığı evin oğlu arasında büyük bir aşk başladı. İki genç sevgilinin gözü birbirlerinden başka hiçbir şeyi görmüyordu. Evlenmek istiyorlardı. Oğlanın ailesi, aileler arasındaki seviye farklılığını ileri sürerek bu beraberliğin sürmesine rıza göstermediler.

Bu mutsuz aşkın sonunda işinden ve sevgilisinden ayrılmak zorunda kalan Maria Sklodovska, birdenbire büyük bir hayal kırıklığının içinde buldu kendini.

Karanlık, kabus dolu yokluk günlerinin ardından bir gün birden karar verdi. Kitaplarını topladı ve Varşova’dan Paris’e giden kara trende buldu kendini.

Sorbon Üniversitesi’nde fizik ve kimya derslerini izlemeye başladı. Orada ünlü fizikçilerle tanıştı.

Bir öğrenci mahallesinde tuttuğu çatı katında yoksul bir yaşam sürerken, yıllarca sabahlara kadar süren zorlu bir çalışma sonunda fizik ve matematik lisanslarını başarı ile vererek araştırma laboratuarlarında çalışmaya başladı.

Kısa bir süre sonra Pierre Curie ile evlenerek mutlu bir beraberliğin ve şanslı bir işbirliğinin temelini attı.

Evliliklerinin üçüncü yılında Polonyum ve Radyum elementlerini bularak, radyoaktif maddeler ile ilgili olarak yaptıkları çalışmalardan sonra karı-koca ayrı ayrı üç defa Nobel Bilim Ödülü’ne layık görüldüler. Nobel ödülü daha sonraki yıllarda kızları İrene Curie ve eşi Frederick Joliot’a da birlikte yaptıkları başarılı çalışmalardan ötürü nasip olmuştur. Curie ailesinden dört kişi, 5 Nobel ödülü sahibidir.

Madam Curie eşinin ölümüyle boşalan fizik kürsüsünün başına getirilerek, dünyanın en büyük üniversitelerinden biri olan Sorbon’da ders veren ilk kadın profesör oldu.

Kendinden sonra gelen nükleer fizikçiler ve kimyacılar üzerinde derin izler bırakan Madam Curie, bilimsel buluşlarını hiçbir karşılık beklemeden insanlığın hizmetine sunarak bilim tarihinde çok önemli bir yer almış olan bir bilim kişisidir.

Hayatında yaşadığı en büyük hayal kırıklığının arkasından verdiği doğru ve zorlu karar bu çağın önemli bilimsel katkısı olan bir kişiliğini kazandırmıştır dünyaya.

***

Herkesin hayatında pek çok hayal kırıklıkları vardır. Ancak bugün sizinle paylaşmak istediğim Madam Curie, örneği üstünde durulmaya değer bir yaşam öyküsüdür. Hayal kırıklıklarının kişiye değil, kişinin hayal kırıklıklarına egemen olmasını belirleyen iyi bir örnektir Curie’nin hikayesi.

 

 

NASIL BİR YAŞLILIK SEÇERDİNİZ?

 

Düşünce bulvarında birlikte gezerken, geçmişte çok uzaklarda kalmış ama bugün bile zihnimde taptaze yerini koruyan, beni derinden etkilemiş bir anımı paylaşmak istiyorum sizinle.

Bundan yıllarca, yıllarca önceydi. Ben daha ortaokul yaşlarında bir çocuktum. Yabancı dil eğitimi veren bir okulda okuyordum. Yaz tatilindeydik. Ailemle birlikte bir tatil kasabasına gitmek için otobüse binmek üzere otogarda bekliyorduk. Hemen yanımızda, sırtlarında sırt çantaları ile yolculuk eden iki ihtiyar duruyordu. Aynı otobüsle seyahat edecektik. Yabancıydılar.

O sırada henüz bir-iki yıldır öğrendiğim İngilizcemle bu yabancı çift ile konuşmaya başladım. Amerika’dan geliyorlardı. Kadın ve erkek her ikisi de 90 yaşını doldurduktan sonra dünya turuna çıkmışlardı. Karı-koca birbirine çok yakın yaşlardaydı.

İşin ilginç tarafı 90 yaşında dünya turuna çıkabilecek kadar kendilerini güçlü ve dayanıklı bulabiliyorlardı. Bütün Asya’yı ve Ortadoğu’yu dolaşmış, Türkiye’ye gelmişlerdi. Önlerinde daha uzun bir yol vardı ve kendilerine güveniyorlardı.

Çok ilgi çekici bulduğum bu durumu kendilerine ifade etmekten çekinti duymadım. Tanıştıkları pek çok kişinin aynı şeyi düşündüğünü söylediler. İyi ve sistemli yaşadıklarını ve kendilerini hayat boyu bu yıllara hazırladıklarını anlattılar. Gıdalarına dikkat ederek, spor yaparak ve stresten uzak durarak, hayatı severek ve kendilerini bırakmayarak o günlere o kadar sağlıklı gelebilmişler.

Kendilerini hiç bırakmayarak...

Bu kadın ve erkek birbirine dayanarak bir yüzyılı eskitmiş 90’lık iki ihtiyarın, sırt çantalarıyla yaptıkları bu dünya seyahati inanılmaz etkileyiciydi.

Ben o rastlantıdan sonra çocukluğumdan beri kendime defalarca bu soruyu sordum

Şimdi size de sormak istiyorum.

Nasıl bir yaşlılık isterdiniz?

İnanıyorum ki insan eğer isterse kendine böylesi bir yaşlılık hazırlayabilir.

Böylesine zindelik, böylesine direnç, böylesine sağlıklı bir yaşlılık insanın kendi ellerindedir.

Yaşam insanın kendi ellerindedir.

İnsanın kendisi için yapması gereken ve yapabileceği şeyler mutlaka vardır.

Düşünce bulvarında gezerken bir düşünelim istedim: “Nasıl bir yaşlılık seçiyoruz kendimize?”

 

 

YENİ YIL ÇOCUKLARIN YILI OLMALI!

 

Yeni yıl çocukların yılı olmalı! Bütün yıllar çocukların yılı olmalı!

1990 Dünya Çocuk Zirvesi’nden bu yana dünya üzerinde milyonlarca çocuk, şu ya da bu sebepten hayatını kaybetti.

Halen 7 milyondan fazla çocuk, savaşlar yüzünden özürlü yaşıyor. 15 milyondan fazla çocuk evsiz kaldı. 8 milyondan fazla çocuk mülteci.

Çocukları, bütün çocukları korumayı ilke edinmek ve her şeyden önemli görmek, siyasi irade haline gelmeli.

Çok şükür ki ülkemizde her yıl 23 Nisan’da kutlanan Çocuk Bayramı var. İlk kez ve sadece ülkemizde çocuklara bir bayram armağan edilmiş. Ancak çocuk bayramları çocukları eğlendirmek kadar, çocukların sorunlarına eğilmek için de vesile olmalı. Elnbette çocukları hatırlamak için senede bir gün Çocuk Bayramını beklemek hiç de gerekli değil. Çocuklar her an toplumların gündeminde olmalı.

Hatırlıyorum yedi-sekiz yıl önce UNICEF’in düzenlediği bir toplantıda konuşan dönemin Cumhurbaşkanı, “Türkiye’de çocuk ölümleri beni utandırıyor. Bu, ülkenin prestij sorunudur.” demişti.

2006 yılı sonunda Birleşmiş Milletler yayımladığı değişik raporlarla, dünyada kadın ve çocukların durumunu değerlendirdi. Bunlardan biri de Çocuk Fonu UNICEF’in yayımladığı Dünyada Çocukların Durumu başlıklı rapor. Raporda Türkiye’ye de yer verildi.

BM Çocuk Fonu UNICEF’in yıl sonu raporu aile içinde kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin, hem çocukların sağlığını olumsuz etkilediğini hem de yoksulluğu arttırdığını ortaya koydu. Rapordaki en temel bulgu, kadınlarla erkekler arasında karar verme sürecine dahil olmadaki eşitlisizliğin giderilmesi, yoksulluğun azaltılması ve özellikle çocukların sağlığının iyileştirilmesi açısından yaşamsal önem taşıyor.

Zira UNICEF'e göre kadınların karar alma sürecinden dışlandığı ailelerde çocukların yetersiz beslenme oranı daha yüksek. Örgüte göre, Güney Asya'da kadınlar aile içinde eşit söz hakkına sahip olsaydı, 13 milyon çocuğun yetersiz beslenmesinin önüne geçmek mümkün olabilecekti. Çünkü rapor, iş ve okulda kız çocukları ve kadınlara yönelik ayrımcılığın yoksulluğu artırdığını ortaya açıkça koyarken, sadece erkeğin sözünün geçtiği ailelerde sağlık ve yiyeceğe harcanan paranı daha düşük olduğunu tespit etti.

Örneğin Fildişi Sahili ve Gana'da kadınların gelirleri artıkça ailede yiyeceğe ayrılan para artıyor. Erkeklerin gelirinin artması ise bir değişiklik yaratmıyor.

UNICEF, rapor için 30 farklı ülkede ailelerde kararların nasıl alındığını araştırdı. Bunlardan biri de Türkiye.

Türkiye beş yaşın altındaki çocuk ölümlerinde dünya genelinde 92. sırada yer aldı. En çok çocuk ölümüyle birinci sırada Sierra Leone yer alırken, en düşük çocuk ölümlerinin İzlanda ve İskandinav ülkelerinde olduğu belirlendi.

UNICEF raporuna göre Türkiye’de çocuk doğumlarında normalin altında kiloda doğan çocukların oranı yüzde 16 iken, bebeklerin sadece yüzde 21’i altı aylık olan kadar başka hiçbir gıda almadan anne sütüyle besleniyor. Altı ay boyunca sadece anne sütüyle beslenen bebeklerin oranı ortalamasında dünya genelinde Türkiye geride kalıyor.

Ancak aşı ve temiz su gibi bebek sağlığında hayati önem taşıyan konularda Türkiye’nin önemli yol kat ettiği gözlemleniyor. Türkiye’de aşı olan bebek ve çocukların oranı yüzde 89 ile 95 arasında değişirken, temiz içme suyuna ulaşım yüzde 96 olarak belirlendi. UNICEF’e göre bu şartlara rağmen Türkiye’de ortalama yaşam süresi 69 yıl.

Türkiye’de kaç çocuğa anneden HIV AIDS virüsünün geçtiği bilinmediğinin vurgulandığı UNICEF raporunda, ülkede özellikle çocuk işçilere dair istatistiki bilgi elde edilemediği gösteriliyor. Rapor ayrıca azalma olsa da Türkiye’de çocuk evliliklerinin hala devam ettiği de vurgulandı.

Kendisine sunulan UNICEF raporunu değerlendiren Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan ise, "Kalkınma için kadının gücünün artırılmasından daha etkili bir yol yok. Kadına karşı ayrımcılık çocukları mağdur etmeye devam ediyor" ifadesini kullandı

UNICEF raporunda çocuk ticaretine ilişkin derin kaygılar olduğu dikkati çekmektedir.

Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu UNICEF Afrika, Asya ve Doğu Avrupa'dan binlerce çocuğun kendi isteklerinin dışında İngiltere'ye ucuz işçi olarak çalıştırılmak ya da cinsel sömürü amacıyla getirildiğini söylüyor. UNICEF'in raporunda çocukların ya fahişe ya da parasız hizmetçi olarak çalıştırıldıkları ve bazen de suç faaliyetlerine katılmaya zorlandıkları belirtiliyor.

Ne var ki bu sorunun boyutları bilinmiyor. Bunun nedeni suçun niteliği ve insan ticareti yapanların çocukları İngiltere'de bu tür sorunların pek fazla bilinmediği yerlere götürmeleri. UNICEF bunun hızla büyüyen bir ticaret olduğunu ve uluslararası çetelerin bu tür ticareti uyuşturucu kaçakçılığından daha az tehlikeli gördüklerini kaydediyor.

Türkiye‘de 42 bin çocuk sokakta yaşıyor. Sokakta yaşayan çocukların yüzde 37‘si Doğu ve Güneydoğu‘dan batıya göç etmiştir. Çocukların yüzde 11‘i hiç okula gitmemiştir, yüzde 52‘si madde kullanmaktadır. Sokakta yaşamakta en büyük etken ise aile içi şiddet. Adalet Bakanlığı‘nın son açıkladığı verilere göre yılda ortalama 7.000 çocuk tecavüz ve tacize uğruyor. İstismar ve ihmal, çocuk hakkında koruma kararı alınmasında ekonomik nedenden sonra ikinci sırada yer alıyor.

Ülkemizde her 1000 çocuktan 51’i ölmektedir.

Çocuk Hakları Bildirgesine imza atan her ülke, 10 yılda 27 temel maddeyi uygulamayı taahhüt etmiştir. Bu maddelerin başında çocuk sömürüsü ve çalışan çocuk sorunu geliyor.

Görmezlikten geldiğimiz, yeraltına itilmiş çocuk işçi sorununu artık gün ışığına çıkarmak zorundayız.

Bildirgeye göre çocuklar tehlikeli ve onur kırıcı işlerde çalıştırılmayacak.

Çocuklar görüşlerini serbestçe ifade edebilecekler. Okul disiplini, çocuğun insan olarak taşıdığı saygınlıkla bağdaşır olacak.

Aile içinde şiddet ve suistimale maruz kalan çocuklar devletten özel koruma ve yardım görebilme hakkına ve imkanına sahip olacaklar.

Çocuğa işkence yapılmayacak. Zalimce davranılmayacak. Aşağılayıcı cezalar verilmeyecek.

Bütün özürlü çocuklara özel bakım ve eğitim hakkı verilecek. Hayata etkin bir şekilde katılmalarını kolaylaştıran şartlar sağlanacak.

Çocukların yargı konusundaki haklarına da bir an önce bazı düzenlemeler getirilmesi gerekiyor.

Büyükşehir belediyesi olan her ilde ve nüfusu 100.000’i aşan her ilçede bir çocuk mahkemesi olması gerekirken, Türkiye’de sadece İstanbul, Ankara, İzmir ve Trabzon’da çocuk mahkemeleri var.

15 yaşın altındaki çocuklar, çocuk mahkemelerinde yargılanabiliyor.

Oysa bildirgeye göre çocuk yaşı sınırı 18. On beş ila on sekiz yaş arasındaki çocuk sanıkların ağır ceza, sulh ve asliye hukuktaki davalarının çocuk mahkemelerine kaydırılması gerekiyor.

Sadece yargı değil, eğitim eşitliği, sağlık ve sayıları milyonları bulan korunmaya muhtaç çocukların korunması ve sorunları ile ilgili olarak İçişleri, Sağlık, Milli Eğitim, Adalet, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlıklarının işbirliği halinde çalışması gerekiyor.

İleri ülkelerde çocuk ne pahasına olursa olsun, mutlaka eğitimin içinde tutuluyor. Çocuğun eğitime değil, eğitimin çocuğa uyması esası var.

Bizim eğitim sistemimizde ise sisteme uymayan çocuk ilkokuldan sonra kolaylıkla eğitimin dışında bırakılıyor. Yaramaz, problemli, zor çocukları ve güç öğrenen çocukları eğitimin dışına itiveren, bilgisizliğe, cesarete esir eden bir anlayış hakim.

Çeşitli sebeplerle eğitimden dışlanan çocuğun ne kendisine, ne de topluma yararı olması düşünülemez.

18 yaşına kadar çocuklarımızın, bütün çocuklarımızın eğitimine, ne pahasına olursa olsun eğitilmeleri için gereken düzenlemelere yeniden bir göz atmanın zamanı çoktan geldi de geçiyor bile.

Bu yıl ve her yıl çocukların yılı olmalı.

Sadece senede bir kez değil, bütün günler çocukların günü olmalı. Sadece kutlamak için değil, organize olmak, en çağdaş düzenlemeleri yapmak için. Yoksa Milli Eğitim üzerine yapılan siyasi düzenlemeler sistemi karmakarışık bir hale getirmekten, kafa karıştırmaktan başka bir işe yaramaz. Düşünen, yaratan, üreten, organize olabilen, sistem kurabilen, eleştiren, geliştiren, Türkiyeyi ileri fırlatabilen beyinler yaratabilmek olmalı Milli Eğitimin görevi.

Bu yıl ve her yıl çocukların yılı olmalı. En büyük yatırımlar çocuklara yapılmalı. Onlara daha iyi bir gelecek, daha iyi bir dünya hazırlamak için.
Çünkü çocuk insanın atası.
Ve çocuk insanın geleceği...

 

 

 

ARTIK DEĞİŞMEK GEREK!!!

 

Çağı çiğliğinden kurtaracak, toplumu daha ileriye taşıyacak nasıl insanlar istiyoruz? Nasıl insanlar İSTEMİYORUZ?

Bu iki soruda demokrasinin dinamiği açısından fark var.

Her şeyi bildiği halde hiçbir şeyi düzeltemeyen insanlar istemiyoruz.

Kendi fikri olmayan, kendi yargılarına güvenmeyen, durmadan, sabahtan akşama, düşünce, yargı ve oy değiştiren insanları istemiyoruz. Düşünce, karar ve eyleminde istikrarlı insan istiyoruz.

Toplum içinde, orman içinde tek başına yaşar gibi yaşayan insanlar istemiyoruz.

Şekil şartlarına bağlı yaşayan insanlarda olmamalı bu çağın insanı.

Özverinin, hoşgörünün, cesaretin, eyleme dönük sevginin, en geniş anlamda canlı severliğin onandığı bir ortam ve bu ortama yetişen ve bu değerlerle donanımlı insan istiyoruz.

Araştırmacı insan istiyoruz.

Başkalarının fikir artıklarıyla, sloganlarıyla beslenen, dar görüşlü, ezberci insanlar değil istediğimiz.

Araştıran, bilgilerine güvenen ve sentezleyen, fikir üreten, hüküm veren insan istiyoruz.

Yaratıcı insan istiyoruz.

Yaratıcılık değerleri bastırılmamış, özgürce geliştirilmiş insan istiyoruz.
Sıradan olmak üzere yetiştirilmiş insan sürüsü istemiyoruz. Sıradışı, geliştiren,

üreten, yaratan insan istiyoruz.

Bütün bunları uygulamak için hangi kulisleri yapıyor, hangi oyunları oynuyoruz?

Hangi eğitim programını uyguluyoruz?

Bu insan modelini yetiştirmek üzere ne kadar teşkilatlanabiliyoruz?

Eğitmenleri nasıl ve ne ölçüde bu normlarda yetiştirebiliyoruz?

Milyonlar birbirlerini ve içinde yaşadıkları doğayı, doğanın tüm canlılarını sevsinler, korusunlar diyoruz. Bu sözler, bu huysuz ve sığ toplumda ne kadar yer bulabilecek?

Sevmenin insan vücuduna bıraktığı fizyolojik haz, insanlara nasıl öğretilebilecek?

Nefretin, kinin, kötülüğün, mazoşizmin insan vücuduna verdiği kirli haz, kendi benliğinde nasıl ıstıraba döndürülebilecek?

Öğretim sistemimiz öğrencilerden düşünmeden, hissetmeden, ezberleyen, gönüllü kullar yetiştirmeye programlanmış.

Sağda ya da solda, zihin labirentlerinde daha kavramları bile olgunlaşmamış, ilkokul, ortaokul yaşlarındaki çocuklarımızın, bütün çocuklarımızın, kısır siyasi sloganlarla şartlandırılmasını istemiyoruz.

Gelişmeye açık kafalarının dar siyasi hücrelere kapatılmasını, düşüncelerinin kısırlaştırılmasını istemiyoruz. Siyasi düşünce artıklarıyla, dar görüşlerin esiri olmasını istemiyoruz.

Geniş ufuklu, demokratik düşünceye saygılı, çağın eğilimini geniş perspektif içinde yakalayabilen, özgür düşünceli insanlar olarak yetişmesini istiyoruz.

İleri ve bilinçli toplumlar, çocukların hangi görüşten olursa olsun, siyasi şartlandırılmasına şiddetli tepkiler gösteriyor. Her türlü siyasi şartlandırılmayı gelişmekte olan olgunlaşmamış beyinlere çekilen bir set, vurulan bir kilit olarak değerlendiriyor.

Duyarlı bir toplumun, toplum değerlerine duyarlı insanını istiyoruz.

21.yüzyılda aileden başlayarak, eğitim programında ve ve dolayısıyla en önemlisi bunu oluşturacak kafalarda ciddi değişiklikler gerekiyor.

Yeni çağda insanın yeniden kendini, insanoğlunu sorgulaması gerekiyor.

 

 

İNSAN DEĞERLERİ ADINA EN SON NE ZAMAN GİTTİK?

 

Bir müzeye ya da bir sergiye en son ne zaman gittik? Sahi ne zamandı?

“Galiba okuldayken bir defa sınıf öğretmenimiz götürmüştü. Birkaç kere de lisedeyken arkadaşlarla birlikte resim sergisine gitmiştik. Liseden bu yana kaç yıl geçti?” diye yüksek sesle düşünüyordu, iki küçük çocuğu olan genç bir anne. Bir arkadaş toplantısında sergiden, müzelerden ve hatta hemen her türlü kültür ve sanat etkinliğinden kopuk, kendini çocuklarına ve günlük ev işlerine vakfetmiş, iki çocuğuyla yaşamını sürdürüyordu. Ta ki birgün bu soru kafasını kurcalayana kadar...

Sahi en son ne zamandı bir kültür ve sanat etkinliğine gidişimiz?

En son ne zaman bir kitap okuduk? Şöyle doğru dürüst bir kitap?

***

İleri ülkelerde ne var ne yok sanat ve kültür adına dilerseniz şöyle bir göz atalım.

Japonya hızla gelişen sanayi devi bir toplum. Son 30 yıldır Japonya’da 200’ün üstünde yeni müze açılmış.

Almanya 80’li yıllarda 300 yeni müzeye kavuşmuş. İngiltere’de ise bu konuda rekor yaşanmış. Her 18 günde bir müze açılmış. Halk talep ediyor, deliler gibi koşup giderek destekliyor bu müzeleri, sergileri.

Sanat ve kültürün sadece yatırımı değil, kazancı da var. Sadece Marc Chagal sergisini seyretmek için Philadelphia’ya akın eden halk ve turistler müzeye 7.5 milyon dolar giriş ücreti bırakıyor.

Amerika’da sadece 1988 yılında çeşitli başlıklarla 55.483 kitap basılmış. 1990’lara doğru Amerikalılar kişi başına 3 kitap satın almışlar. İnsanlar okuyor. Uzun şehir dışı ve şehir içi otobüs yolculuklarında, metrolarda, parklarda, evlerinde sürekli okuyor.

Batının çoğu ülkesinde de benzer bir gelişme yaşandı. İşte ileri ülkelerin son 30 yılda kültür ve sanata verdiği değerdeki patlama.

***

Bir müzeyi gezerken onun kültür birikiminin içinde düşünce duyguların yoğrulması...

Bir sanat eserini seyrederken onun duygu ve biçim değerlerinde kendini yeniden bulmak ve keşfetmek...

Bir kitabı okurken bir duygu, düşünce ve fikir ırmağında akarak başka dünyaları yaşamak...

Sıradan yaşanan bir hayatı, başkalarının birikimleri ile zenginleştirip, özelleştirmek...

Bu kışkırtıcı duyguyu sık sık, ya da hiç değilse bir kere olsun yaşamaya değmez mi hayat?

Hayat, gerçekten yaşanmaya değer?

 

 

ÇOCUKLAR ÖLMESİN ARTIK

 

UNICEF’in son raporlarından birinde dünyada her yıl 8 milyon çocuğun öldüğü bildiriliyor. Sekiz milyon çocuk, sekiz milyon kadının canından bir parça... Sekiz milyon bilinç, irade, kişilik ve insanlığın gelecek umudu, şu ya da bu sebepten, bakımsızlıktan, ilgisizlikten kaybolup gidiyor...

Bütün dünya annelerinin her yıl çaresizlikten yüreği yanıyor.

Dünyada her yıl antibiyotik ve temel tedavilerin sağlanamaması sonucu sekiz milyon çocuk hayatı yaşayamadan göçüp gidiyor.

A vitamini eksikliği her yıl 250 milyon çocuğu kör ediyor.

İyot eksikliği 50 milyon çocukta beden ve zihin rahatsızlıklarına yol açıyor.

2000 yılına kadar dünyanın her yerinde çocuk hastalıkları ile mücadele için 25 milyar dolar harcanması gerekiyordu.

***

Yunanistan’da her yıl 9 binden fazla çocuğun aileleri tarafından cinsel baskılara maruz kaldığı ve işkence gördüğü belirtildi.

Yunan çocuk sağlığı araştırmalarına göre aileleri tarafından işkence ve tecavüze maruz bırakılan çocukların yüzde 85’inin kız olduğu vurgulanıyor.

Raporda her sekiz kız çocuğundan birinin ve her on erkek çocuktan birinin 18 yaşına kadar en az bir kez cinsel tacize uğradığı belirtiliyor.

***

Bir süre önce Brezilya’nın başkenti Rio de Janeiro’da 8 evsiz çocuğun güvenlik güçleri tarafından vurularak öldürülmesi ile bütün gözler Güney Amerika’ya çevrilmişti.

Uluslararası örgütlerin bütün baskı ve uyarılarına rağmen çocuklara yöneltilen şiddet, sömürü çeşitli şekillerde devam ediyor.

Riolu sanatçı Bezerra De Mello ölümle tehdit edilen 15 çocuğu kendi evinde korumaya aldı. Mello Brezilya halkına özel televizyonlardan şöyle sesleniyordu: “Özel sığınma evleri ağzına kadar dolu. Resmi barınaklar kapalı. Hiçbir çocuğun bundan böyle sokakta uyumaması için bize kararlı politikacılar gerek!”

Rio’da polislerin resmi görev süreleri bittikten sonra, ölüm müfrezeleri halinde, sokaklarda kimsesiz çocuk avına çıkmaları dünya basınında ve dünya televizyonlarında en çarpıcı biçimde yer almıştı. Çok değil 10-15 yıl önce.

***

İngiltere hükümeti tarafından yaptırılan bir araştırmada İngiltere’nin gençler için bir uyuşturucu çıkmazı haline geldiği bildiriliyor.

New Castle Üniversitesi tarafından yapılan araştırmada gençler arasında uyuşturucu kullanımının giderek inanılmaz boyutlara ulaştığı üzerinde duruluyor.

İngiliz gençlerinin yüzde 80’i esrar, yüzde 50’si extacy, amfetamin, LSD ve zehirli mantar, yüzde 22’si ise kokain ve crack kullanıyor.

***

BM Çocuk Fonu UNICEF’in Irak özel temsilcisi Roger Wright, Iraklı çocukların bu yıl iki ateş arasında kaldığını belirterek, güvensizlik ortamı ve zorunlu göçlerin vurduğu ülke genelinde temel ihtiyaçları elde etme imkanının da azaldığını vurguladı.Irak’taki şiddet eylemlerinde sırasında yüzlerce çocuğun öldüğünü veya yaralandığını belirten UNICEF, ayrıca binlerce çocuğun ailesinden birinin ölümüne veya kaçırılmasına tanık olduğuna dikkat çekti.

Wright, 2007’de ilköğretim çağındaki 220 bin çocuğun okula ara verdiğini açıkladı. Bu rakam, geçen yıl okula gitmeyen yaklaşık 760 bin çocuğun arasına katıldığını vurguladı.

İlkokula giden yaklaşık 4,7 milyon çocuğa araç-gereç yardımı yapıldığını ve bu çocukların okullarının onarıldığını açıklayan UNIİCEF, 17 yaşındaki gençlerin sadece yüzde 28’inin yıl sonu sınavlarına girebildiğini ve yüzde 40’ının başarılı olduğunu belirtti.

Bildiride, her ay ortalama 25 bin çocuğun şiddet eylemleri nedeniyle aileleriyle birlikte evini terk etmek zorunda kaldığına da dikkat çekildi.

***

İçinde yaşadığımız toplumu dünyanın bu sürüklenişinden soyutlamak mümkün değil.

Ülkemizde de binlerce çocuk vitamin ve mineral eksikliğinden özürlü ve hastalıklı doğuyor. Sağlık şartlarının yetersizliğinden hayatını kaybediyor. Aileleri tarafından evsiz bırakılan yüzlerce çocuk her gece sokaklarda sabahlıyor. Yüzlercesi gece karanlığında sokak köşelerinde tiner kokluyor. Uyuşturucunun peltek şuursuzluğunda mutluluğu arıyor. Binlerce orta öğrenim genci uyuşturucu batağına çekilmeye çalışılıyor. Eroine esir olan birçok genç henüz yaşama fırsatı bulamadan hayatı terk ediyor.

***

Bütün dünyada her yıl binlerce çocuk savaşın vahşeti içinde doğuyor, savaşın vahşeti ile ölüyor.

Çocuklar suça itiliyor. Çocuklar üstüne suçlar işleniyor.

İnsanlık kendi çocuklarını yiyen bir canavara dönüştü sanki!..

Bu gidişe “DUR!” demek en çok kadınların görevi. Kadın duyarlılığı gözlerini kapatamaz bu sürüklenişe. Her duyarlı insan mutlaka etkili birşey yapabilir.

Çocuklar ıstırap çekmesin, çocuklar ölmesin artık!.. İnsanlığın geleceği olan çocukları, bütün çocukları koruyalım. Bütün çocuklar bizim çocuklarımız çünkü...

 

 

ÇOCUK KURBAN

 

Doğan her çocuk dakikada 4 büyük suç işlenen bir dünyaya gözlerini açar. Suç ortamında suçun suç olduğunu dahi öğrenemeyen milyonlarca çocuk suç batağına itilir. Milyonlarca büyük suçtan birinin hedefi, aracı ve kurbanı olur.

Yüz milyonlarca çocuk sıcak bir ev ve okul imkanlarının dışında, sevgi ve eğitimden yoksun bırakılır. Gelişmesi önlenir. Sömürülür.

Cinsel tacize, tecavüze uğrar. Çok küçük yaşlardan itibaren cinsel araç olarak kullanılır. Fahişeliğe itilir. Pek çok çocuğun ensest ilişkilerle değer yargıları tahrip edilir. Aile içi cinsel kullanıma hedef olur.

Eline silah verilir, bir cinayetin hem celladı, hem kurbanı olur.

Milyonlarca çocuk suç toplumuna bir kötü tohum, bir kavruk filiz olarak kurban edilmektedir.

İçinde bulunduğumuz çağda, 21. yüzyılda bütün dünya çocuk sömürüsüyle çalkalanıyor. İngiltere, Belçika, Fransa’da halk sokaklara dökülüyor, protesto gösterileri yapıyor. Hukuk ve adalet sistemi yeniden yargılanıyor.

Avrupa toplumu çocuk ticareti, çocukların fahişeliğe itilmesi, sübyancılık olaylarıyla vicdan sarsıntısı geçiriyor.

Çocuğun cinsel obje olarak kullanılması ve çocuk ticareti batağına, toplumun her katmanından kimler karışmamış ki? Uzakdoğu çocuk fahişeler batağında. Her ülkeden uçaklarla, jumbo jetlerle akın akın seks turları düzenleniyor. Avrupa ve Asya kokuşmuşlukta birleşiyor. Çocuk bozulmuş, insan değerlerine kurban edilmiş.

Boyutlar ne kadar büyük... Her ayrı uzaklıktaki yıldız ışığı farklı bir zaman dilimine yolculuk...

Uçsuz bucaksız kainatın içinde insan yaptıklarıyla, yapabildikleriyle, yaşamıyla ne kadar küçük! Bir toplu iğne başından küçük bütün insanların yaptıkları. İnsan ne kadar yalnız sonsuz boşlukta! İnsan aklı, beceri ve yapabilirliğiyle kainata egemen oldukça var oluyor.

Sadece iyilik evrensel. Sadece mükemmele ulaşmak insanın varlık sebebi. Sadece kendini aşmakta insanın yücelişi.

O halde niye terör, niye savaşlar, niye zulüm, niye işkence, niye katliamlar? Niçin kin, nefret, kirlilik dolu bir çamur kabarcığı haline getiriyoruz, uçsuz bucaksız kainatta bir toplu iğne başından küçük minicik dünyamızı?..

İyilikle, sevgiyle büyüyen insan, nefretle, kinle, intikam duygularıyla küçülmeye, yokolmaya mahkum ediyor kendini.

 

 

AIDS – 21.YÜZYILA TAŞINAN FELAKET!

 

Her gün dünyada 11 bin kişiye HIV virüsü, yani AİDS bulaşıyor. Her gün 5700’den fazla insan AİDS’den ölüyor. Dünyada 33 milyon kişi AIDS’le nişanlı. Yani kanında HIV virüsü taşıyor. Bu sayının her yıl katlanarak artacağı tahmin ediliyor. Bu yıl AİDS 2 milyonun üstünde insanın yaşamını söndürdü.

Uluslararası raporlara göre, dünyada 2,5 milyon çocuk AIDS kurbanı. Afrika ülkelerinin çoğunda AIDS çocuk ölümlerinin baş nedeni.

Ülkemizde de AIDS’li bebekler doğmaya başladı. Anne karnında AIDS virüsü yüklenerek doğan bebekler...

Yabancı basında yer alan bir habere bakılırsa bu durumu hiç yadırgamamak gerek. Hollanda’da Türkler fuhuş dünyasının en yağlı müşterileri. Bir gecelik ilişkilerde çoğunlukla prezervatif kullanmak istemiyorlar. Bu ilişkinin ücreti bir hayli yüksek. Avrupalı Türkler seks ticaretinin hacı ağaları edası ile bastırıyorlar parayı bir gecelik zevk ve nesilden nesile sürecek AIDS virüsü satın alıyorlar. Avrupalı hayat kadınları prezervatif kullanmak istemeyen ve onun için yüksek para ödeyen Türklere velinimet gözüyle bakıyorlar.

AIDS 1980’li yıllarda birdenbire patlayıp, hızla tırmanışa geçtiği sırada Türkiye’de geniş halk kitleleri tarafından hemen hiç bilinmiyordu. 1986 yılında ülkemizde ilk yayınlanan AIDS konulu TV programını TRT için hazırladığım sırada, Almanya’da bir hayat kadınının AIDS virüsü taşıdığı halde sokakta müşteri beklediğini tespit ettim. Üstelik AIDS virüsü taşıdığını söylemekten kaçınmıyordu.

Ekibim ve rehberim ile birlikte gece hayatını görüntülemek amacı ile yaptığım bu çekimde, birçok konuda denetimli bir ülke olarak kabul ettiğim Almanya’da belirlediğim bu şaşırtıcı gerçeği, ertesi gün Sağlık Bakanlığı ile bir röportaj yaparak irdelemek istedim.

Sağlık Bakanlığının sözcüsünün röportajımda verdiği cevap çok ilginçti. Almanya’da Sağlık Bakanı diyordu ki, “Biz insanların cinsel yaşamına karışamayız. O hayat kadını AIDS’li olduğunu muhatabına söylemekle yükümlüdür. Muhatabı bunu önemsiyorsa ilişki kurmaz. Yok eğer önemsemiyorsa bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur.”

Ne yazık ki bizim aslan cinotriler bunu hiç önemsemiyordu. AIDS konusunda hiç bilinçlenmemişlerdi. Kısa bir süre önce ne yazık ki bu gerçeğin hiç değişmediğini üzülerek fark ettim.

Ülkemize gerek Rusya’dan, Bulgaristan’dan, Romanya’dan akın akın taşınan seks ticaretinde de durum hiç farklı değil. “Bana birşey olmaz” anlayışı egemen bu açık AIDS davetine.

Dünyada pek çok kişi ne yazık ki AIDS felaketini kendisine çok uzak kabul etmekte, en basit tedbiri almaya bile lüzum görmemektedir.

Genlere tutunan ve bağışıklık sistemini tahrip ederek ölüme yol açan bu felaket, cinsel ilişki ile, vücut sıvıları, kan ve kan ürünleri, damara zerk edilen uyuşturucu maddelerin aynı enjektörden birden fazla kişi tarafından kullanılması ve eşcinsel ilişkilerin yaygınlaşması ile insandan insana yaygınlaşıyor.

Ölümcül virüs bir kere insan vücuduna girdi mi genler zincirine yerleşiyor. Nesilden nesile naklolarak sayısız AIDS bebeklerinin doğumunu hızlandırıyor.

Yeni bir çağ toplumda değişimleri de beraberinde getiriyor. En büyük değişim eğilimi, yaşama biçimlerinde. Çevreye ve toplum hareketlerine duyarlılıkta. Dünya gitgide

küçülüyor. Dün küçük köyünden pek de dışarı çıkmayan insanoğlu, bugün dünyanın her yerinde turizm yapıyor. Ticaret yapıyor. Spor karşılaşmalarına gidiyor. Eğitim görüyor.

Yeni toplum düzeni, toplum sağlığını koruyabilmek için farklı duyarlılıkları çağırıyor.Yoksa bugünün bozulmuşluğunu gelecek yıllara katlayarak taşımak kaçınılmaz olacaktır.

Daha sağlıklı yaşamak ve daha sağlıklı bir gelecek için bilinçli ve duyarlı olalım, sevgili dostlarım. İnsanoğlunun sağlam ve sağlıklı genetik mirasını geleceğe taşımak yine insanoğluna düşen bir sorumluluk. İnsanın varoluşu için bir zorunluluk.

 

 

AYNA

 

Hemen hepimiz eşimizin, dostumuzun, çevremizdeki insanların, arkadaşlarımızın tavır ve davranışlarına, giydiklerine, yediklerine, içtiklerine karşı çok dikkatliyiz.

“A filanca da hiç giyinmesini bilmiyor... Falanca da filancaya hiç olmayacak laflar söylemiş. Olur mu canım? Nerede, ne zaman, nasıl konuşacağını bilmiyor. Biliyor musun falanca kiminle çıkmış? Ha, o mu? Birbirlerine hiç yakışmıyorlar...”

Filancanın ne giydiği, falancanın nasıl konuştuğu, kiminle beraber olduğu bizim için çok önemli. Adeta gözlemlerimizle ve kıyıda köşede söylediklerimizle, ufak tefek dedikodularımızla yakınlarımızın adeta aynası oluyoruz. Onların davranışlarını kendi duygu ve yorum süzgecimizden geçiren bir ayna görevi üstleniyoruz, kendi isteğimizle.

Biz, her birimiz böylesine başkalarının aynası olurken, kendimizi nasıl aynalardan görüyoruz acaba, hiç düşündünüz mü?

Kendimizi olduğumuz gibi görebilmek için nasıl aynalar seçiyoruz?

Kendimizi gerçekten tanıyor muyuz?

Başkalarının gözüne göre nasıl birisiyiz, kendi gözümüzde nasıl bir kişiliğimiz var?

Gerçek kimliğimiz ne?

Kendi kişiliğimizi nasıl dışa vuruyoruz?

Biz, gerçekte kendimizi gördüğümüz gibi miyiz? Başkalarının gördüğü gibi miyiz? Yoksa bir üçüncü “ben” mi var içimizde hiç bilemediğimiz?

Modern insanın modern eğilimlerinden, kaygılarından biri ve en önemlisi kendini tanımak... Kendi içindeki gizi ortaya çıkarmak... Ve kendini fethetmek... Kendini fethetmek...

***

Dilerseniz bir gün ve onu takip edecek olan birçok gün, kendinize biraz zaman ayırın.

Aynaya bakın. Bu ayna, “Aynam, aynam güzel aynam. Söyle bana dünyanın en güzeli kim?” sorusuna her zaman, “Tabii ki sizsiniz, Kraliçem” diyen aynanız olmasın. başka bir ayna seçin kendinize. Gerçeğin aynasını bulun. Ve kendi gerçek benliğinize doğru bir yolculuğa çıkarsın sizi. Kendi öz benliğinizin gizi içinde yapacağınız bu yolculuktan inanın çok keyif alacaksınız.

Bilemediğiniz ne özel, ne güzel vasıflarınızı keşfedeceksiniz kendi benliğinize yapacağınız bu yolculukta. Ya da hoşunuza gitmeyen, kaba ve inceltilmemiş davranışlarınızla karşılaşacaksınız. Olsun. O da önemli. Çünkü bu ham ve henüz olgunlaşmamış ağaç, metal, mermer ya da taş parçalarından eğer isterseniz, bir sanatçı ustalığıyla ne sanat eserleri yaratacaksınız. O cevheri bir keşfedin, yeter.

Kendinizden bir sanatçı ustalığıyla, nasıl bir sanat eseri yaratabileceğinize siz de şaşıp kalacaksınız.

 

 

SÖZCÜKLER DÜNYASI

 

Denir ki ortalama bir insan günde en fazla 200 kelime ile konuşur. Günlük konuşma içinde basit kelimeler ve basit kavramlardan oluşan 200 sözcük ortalama bir insanın dağarcığı.

Oysa Türkçe’de on binlerce kelime ve binlerce kavram var. Aynı durumun ayrıntılarını tanımlayan farklı farklı kelimeler. Gerçekten zengin ve güzel bir dile sahip olmanın şansını yaşıyor olmalıyken, sahi neden bu kadar az kelimeyle konuşuyoruz?

Sınırlı, dar ve hep aynı sözcüklerden oluşan minik bir lügat taşıyoruz dilimizde.

Zengin sözcüklerle bezenmiş, uzun fakat düzgün cümleler, akıcı üslup ve fikirle donatılmış konuşmaları yapan kişileri hayranlıkla dinliyoruz. Ama nedense kendimize gelince kolaycılığa kaçan bir adam sendeciliğimiz var. Dilimize hiç de özenli değiliz.

Yanlış kelimeleri, yanlış kavramlar için kullanmakta hiç tereddüt göstermiyoruz. Sıradan sözcükleri, tek düze anlatımları dilimize pelesenk etmişiz.

Oysa çeşit çeşit, rengarenk mücevher değerinde ne güzel sözcükleri var Türkçe’nin.

Güzel konuşmak, güzel ve çekici bir insan olmanın en önemli vasıflarından birisi değil midir? Sözcüklerin değerini vererek, sözcüklere anlam kazandırarak konuşmak. Sevdiğimiz, beğendiğimiz insanlar vardır. Fakat hayran olduğumuz insanların en önemli özelliğidir güzel konuşmak.

Çok küçük yaşlarda kullanılan kelimelerin, kavramların zenginliği zekayı geliştirir ve keskinleştirir.

Sevgili dostlarım, dilimize haksızlık etmeyelim. Ona özen gösterelim. Çocuklarımızın ana dilini, tıpkı annelerinin konuştuğu gibi öğrenir ve konuşurlar. Annenin dili ne kadar düzgün ve zenginse çocuğunki de o kadar kıvrak olur.

Bütün insanların nesilden nesile bir dil borcu vardır. Gelin, Türkçe’nin güzelliğini yeniden keşfedelim.

 

 

ÖZGÜNLÜK ÖZGÜRLÜKTÜR

 

Kadını farklılaştıran, yaşama anlam kazandıran, bütün yaratıcılıkların temeli hayal gücü...

Hangi işi yaparsak yapalım, yemek yaparken, dikiş dikerken, renkli iplikleri bir sanatçı hassasiyetiyle şekillendirip oya gibi işlerken, resim yaparken, aksesuarları düzenlerken ve hatta onları güzelce tanzim edip yerleştirirken hayal gücü nasıl da farklı ve güzel bir yaşama ortamı hazırlamamıza yardımcı olan hayal gücü...

O çok ihmal ettiğimiz, geliştirmek için özel bir gayret sarf etmeye gerek duymadığımız, varsa var, yoksa yok, pek aldırış eder görünmediğimiz hayal gücü... İnsanı, insandan farklı kılan hayal gücü. Özgün olmanın, farklı olmanın temeli.

Oysa hepimizin çocukluğunda zaten var olan, coşkunca akan hayal gücünü öylesine hor görüyoruz ki... Tıpkı değersiz çocukluk oyuncakları gibi bazen umursamadan ve hatta küçümseyip baskılar altında kalarak, bazen de üstünü örtüp tozlanmaya terk ederek bir kenara itiveriyoruz hayal gücümüzü. Sanki çocukça bir vasıfmış, yetişkinlere yakışmazmış gibi.

Oysa insanı insandan farklı kılan en önemli değer, hayal gücümüz. Özgün olmanın birinci şartı.

Farklı ve güzel giysiler hazırlamak, farklı ve güzel bir yuva yaratmak, farklı ve güzel bir yemek hazırlamak, kendinizi yeniden farklı ve güzel yaratmak. Kendi gibi ve özgün olmak, farklılıkta özgürlüğü aramak. İşte çağın kadınının beğenisi. Ve işte çağın sloganı:

Hayal gücü özgürlüktür. Özgün olmak özgürlüktür. Özgünlük özgürlüktür.

Hayal gücünü kaybetmek, farklı olma özgürlüğünü kaybetmek gibidir. Aman siz siz olun, sakın hayal gücünüzü bir yerlere bırakmayın.

 

 

ŞİDDEDE ŞİDDETLE İSYAN

 

Düşünüyorum da bundan 100 yıl sonra yaşayacak neslimiz, torunlarımızın çocukları bugünü, bizim çağımızı yargılarken ne söyleyecekler acaba?

“Bizim atalarımız ölü hayvanların etlerini buzdolaplarında çürütür, leş yerlerdi. Ve birbirlerinden nefret ederek yaşarlardı.” diyecekler korkarım.

Yüzyıl sonra torunlarımızın bizi böyle yargılamaması için yapacağımız bir şeyler var mı acaba?

Hayatımız şiddet. Toplumda yaşanan cinnet. Evde, sokakta, toplumda, hapishanede, medyada, insanın yaşadığı, insan elinin değdiği her yerde tırmanan dehşet.

***
Geçmiş gazete manşetlerine şöyle bir göz atalım:

Eğitim Sen'in yaptığı araştırmaya göre, 17 Eylül-17 Ekim tarihleri arasında yazılı basına, okullarda meydana gelen 23 şiddet olayı yansıdı.

Eğitim Sen, araştırma sonuçlarına ilişkin yaptığı yazılı açıklamada, 2007-2008 eğitim öğretim yılının kısa süre önce başlamış olmasına rağmen çok sayıda şiddet olayı yaşandığını kaydetti.

Yapılan açıklamaya göre, son bir ay içerisinde okullarda meydana gelen ölümlü ve yaralamalı 23 şiddet olayı yazılı basına yansıdı. Bu olaylar arasında, ilköğretim okullarında yaşanan öğrenciden öğrenciye 4'ü bıçakla yaralama, 4'ü darp şeklinde 8 şiddet olayı yer aldı.

Nisan 2007. Amerika’da bir üniversitede silahlı bir saldırgan 32 kişiyi öldürdü, 15 kişiyi de yaraladı. Polis Virginia Teknik Üniversitesi’ndeki olayda, kimliğini henüz açıklamadığı kişinin, bir öğrenci yurdunda iki kişiyi öldürdükten iki saat sonra sınıfların bulunduğu diğer bir binada ateş açarak 30 kişiyi daha öldürdüğünü açıkladı.

Ateş açılan sınıflarda bulunan bir öğrenci, saldırganın sıraların altına saklanmaya çalışan öğrencilere ateşe devam ettiğini söyledi. Bazı öğrencilerin pencerelerden aşağı atladıkları görüldü.

Saldırgan en son olarak da kendisini öldürdü. Polis üzerinden kimlik çıkmayan bu kişinin kimliğini ve amacını belirlemeye çalışıyor. Olay Amerikan tarihinde bir okulu hedef alan en kanlı saldırı.

Emniyet Genel Müdürlüğü Asayiş Daire Başkanlığı’nın hazırladığı "2006 Yılı Faaliyet Raporu "Türkiye'de şiddete maruz kalan kadın sayısını gözler önüne serdi. Buna göre geçen yıl 72 bin 643 kadın şiddet içerikli suçlardan mağdur oldu. Bu kadınlardan 842'si cinayet kurban gitti, 9 bin 317'si ise yaralandı.

Polis kayıtlarına göre 22 bin 884 kadına darp edildi. Aile içi şiddete maruz kalan kadın sayısı ise 14 bin 989. Emniyet raporu cinsel suça maruz kalan kadınların sayısında artış olduğunu gösteriyor. Raporda geçen yıl 113 kadının tecavüze uğradığı yer aldı.

Emniyet, geçen yıl intihar eden kadın sayısını 466 olarak açıkladı. 2006 yılı verileri

Türkiye'de şiddete maruz kalan kadın sayısının önceki yıla göre yüzde 76 oranında arttığını gösteriyor.

Geçmiş yıllara ait gelişigüzel birkaç şiddet olayı daha arşivden önümüze çıkıyor.

“Beş kişi boğularak öldürüldü. Olaya yangın süsü verildi” (Gazeteler). “Çekmece canavarı” (Gazeteler). “Çocuklarını da, evini de yaktı” (Gazeteler). “Sanık diye yakalanan evli, çoluklu çocuklu bir adam. Küçükçekmece'deki evlerinde annesi ile babasını, eşini, iki evladını öldürmekle, daha sonra evlerini gaz döküp yakmakla suçlanıyor. 13 ve 10 yaşındaki çocuklar ilköğretim öğrencisi. Ailenin paraca bir sıkıntısı olmadığı, sanık S.Y.'nın cana kıyabilecek biri olarak tanınmadığı söyleniyor. Ama facianın beş kurbanının cesetleri morgda. “

“Çiftehavuzlar'da bir polikliniğin park yeri. Görevli Ş.B. kuruluşun kuru temizleme işlerini yapan C.K.’ya otoparkta yer kalmadığını söylüyor. Tartışıyorlar. C.K., görevliyi otomobili ile duvar arasında ezerek öldürüyor”.

“Hukuk Fakültesi öğrencisi Ö.B., Fransız Kültür Merkezi'nde belgesel film seyretmiş, çıkmış arkadaşlarıyla Taksim'e doğru yürüyor. Ve «yorgun kurşun» dedikleri bela gelip onu buluyor. Tahminlere göre genç adamı canından eden kurşun, Gençlerbirliği- Parma maçında alınan sonucu kutladığını sanan bir serserinin tabancasından çıkmış. Bir yerlere çarpmış, sonra gelip Ö.B.'yi bulmuş.

Yıldız Teknik Ü. Sanat Tasarım öğrencisi C.T, Serencebey Parkı'nda ölü bulunmuş. Sol kolunda mor noktalar, cebinde 2 gram eroin. Boşanmış, bir avukat hanım ile ünlü bir ressamın oğlu. Besteleri var, bir şiir kitabı hazırlamaktaymış.

10 kişiyi kurşuna dizen A.A.’nın anne ve babası oğullarının cinayetini savundu: “Bizde törelerimiz neyi emrediyorsa o yapılır. Karısı ile arasında geçimsizlik olup olmadığını bilmiyorum. Eğer oğlum namusu için adam vurmuşsa, bizde namus çok önemlidir. Namus için adam öldürülür.”

10 kişinin katili A.’nın annesi oğlunun seri cinayetlerini makul karşılıyor bu gazete yazısında. Gerekçesi: Töreler böyle emrediyor.

Ege Üniversitesinde Dehşet:Karşılıksız aşk cinayetle bitti. İletişim fakültesi öğrencisi, aynı fakültede okuyan S.E.’yi, kendisine yüz vermediği için Dekanlık binası içinde tabanca ile vurdu.

***

Aşkına karşılık vermeyen genç kıza yaşama şansı yok. İşte üniversiteli bir gencin kadına bakış açısı.

Töreler kadının ne pahasına olursa olsun evlendiği adamdan ayrılmamasını şart koşuyor. Sevse de, sövse de, vursa da, işkence yapsa hatta öldürse de erkeğin daima haklı sebebi var. Koca hem sever, hem döver. Boşanan kadını çoğu kez kendi öz ailesi bile eve kabul etmez. Ne yapsın yapsın, boşanmasın. Koca ıstırabına katlansın.

Toplum, aile içi şiddet konusunda erkekten yana ağırlığını koymuş bir kere. Birçok ailede erkek, aile içi şiddete damgasını vurmuş.

Bu ülkede Cumhurbaşkanı olan bir babanın kızı bile, içki içerek kendini birçok kez dövdüğünü iddia ettiği bir kocayla 5 yılını geçirebiliyor. Gerekçe: Çocukları için.

Baba Ş.B. olaydan 2 yıl önce boğmaya kalkıştığı görme özürlü yatalak kızı 15 yaşındaki G.B.’yi, başına sopayla vurarak öldürdü.

Sadece kadın değil, çocuk da aile içi şiddetin bir öğesi. Bu konuda istatistikler yok. Boşanma sebepleri ile ilgili, sığınma evlerine müracaat edenlerle ilgili sayılar var belki. Fakat sessiz bir çoğunluk sayılarda bile ifadesini bulmamış. Bu sessiz çoğunluk, iç çeken kadınlar ve bir köşeye sinmiş usulca ağlayan çocuklar...

İşte toplumda yükselen şiddetin en küçük birim ailede filizlenişi, yankılanışı ve işte şiddet toplumuna hazırlanan çocuklar.

***

Toplumda cinnet yaşanıyor. Şiddetin kaynağı toplumun hemen her yerine yayılmış. İçinde yaşadığımız toplumda kan davaları, arazi paylaşma kavgaları var. Aşiret çekişmeleri var. Toplumda terör var.

Toplumda kıskançlık uğruna işlenen cinayetler var.

Kaybolan ve bir daha izine hiç rastlanamayan insanlar var. toplumun devlete, devletin insana karşı şiddetli iddiaları var.

Bu ülkede medya teröründen söz edilmekte.

İşkence gören kadınlar, erkekler, yakılan köyler, evlerinde uyurken vurulan terör kurbanı çoluk çocuk, kadın, erkek, öldürülen polisler, askerler var.

Mafya güçleri var boy boy televizyon ekranlarından yasadışı güçlerini topluma göstermekte. Çeteler var milton dolarlarca devleti soyan.

Bu ülkede şiddeti içinde yaşatan bir meclis var.

Kısaca bu ülkede şiddet çarpı şiddet var.

Bu ülkede şiddetin çocukları yetişmekte. Şiddetin tohumları filizlenmekte. Şiddetin fidanları yeşermekte.

Gün geçmez ki basın sayfaları, TV ekranları kanlı görüntülere bulanmasın.

Toplum sonsuz bir cinnete doğru sürüklenmekte. Potansiyel katiller aramızda dolaşıyor. Cinayetler çoğalıyor. Bombalar patlıyor. Ölüler mezarlarından çıkarılıyor. Ruhsal ve bedensel işkenceler Türkiye ve Avrupa gündemini karıştırıyor.

Toplum bir şiddet toplumu olmaya sürükleniyor.

***

Küçük bir öykü anlatmak istiyorum. Hemen her evde yaşanan masum bir şiddet öyküsü. Öykü şöyle:

Birgün bir kedi canhıraş bir çığlık attı. Etrafı inleten canhıraş bir çığlık. Sonra her şey eskiden olduğu gibi sessizliğe büründü.

Aslında o gün küçük memur Ahmet Bey’i, müdürü makamına çağırmış. Evraklarının dikkatsizliğinden ötürü üst amirlerinden fırça yediğini, dikkatsizliğini, umursamazlığını bir bir saymış dökmüş. Ve “Adamın defterini dürerler ha” diyerek tehdit etmiş.

Bir yandan geçim sıkıntısı, diğer yandan kırılan onuru, adam sofraya oturduğu zaman yemekte tuzu biraz fazla kaçırdı diye karısına vermiş, veriştirmiş. Hakaret etmiş. Karısı sofraya suyu döktü diye çocuğun suratına öfkeyle bir tokat indirmiş.

Çocuk ağlayarak dışarı kaçmış, ayaklarına dolanan kediye bir tekme savurmuş. İşte o çığlık o kedini çığlığıymış.

O kedinin çığlığında mutsuz bir ailenin öfkesi, aile içi şiddetin feryadı yankılanmaktaymış.

Kimi ailede bu feryat ağır şiddet altında ıstırap çeken bir kadının iç çekişi ya da haykırışı, sürekli olarak dayak yiyen bir çocuğun ağlayışıdır.

Toplumda şiddetin en küçük kaynağı aile içi, kadına ve çocuğa yönelen şiddet. Çoğu zaman dışa yansımayan, kol kırılır yen içinde kalır misali, kendi içinde bastırılan, susturulan, kadının, ananın iç çekişinde gizlenen şiddet.

Çocuk, şiddeti aile içinde tanıyor. Evin içinde kendisine sunulan elektronik oyuncaklar, savaş oyunları, sokak kavgaları ve bunların kahramanları ile kendini özdeşleştiren çocuk, şiddet toplumunun şiddet yüklü bir ferdi haline geliyor.

***

Televizyondaki şiddet... Çocuklar için hazırlanan çizgi filmler, He-man, televizyon filmleri, pek çok reklam filmi şiddet yüklü. Evin içinde sanki çocuğunuzu tehlikeli bir ormana bırakmış gibisiniz. Televizyonlar, gazeteler, dergiler, radyolar, oyuncaklar, güzel çiçekler kadar zehirli sarmaşıkları ile evin her tarafını sarmışlar.

Şok haberler – olay adamlar – kana boyanan tv ekranları – işportacı çığırtkanlığı edasıyla sunulan haber programları

Evde şiddet + Medyada şiddet + Şiddetin oyuncakları = Şiddetin çocukları

Sokağa çıkan çocuğu sokakta bekleyen sadece trafik terörü, şehir terörü değil. Mafya, anarşi ve terörün küçük birimleri sokak çeteleri.

Şiddetle böylesine iç içe yaşayan gençlik ya şiddetin hedefi, ya da şiddetin kendisi olmakta.

Şiddet gibi ağır bir geleneği ileriye taşımak zorunda mıyız? Çözüm nedir? Nerededir?

Uyuşturucu mafyası, kaçakçılık mafyası, arazi mafyası, çek-senet mafyası, kumar mafyası, o şehrin bu şehrin mafyası, bizim mahallenin mafyası. Bütün yasadışı faaliyetlerin yürütülebildiği bir toplumda, her yasadışı faaliyetin bir mafyası var. Devlet gücü ile, rüşvetle palazlandığı, boy boy basında yer alan, televizyonlara çıkıp beyanatlar veren, tehditler savuran mafya. Toplumda mafyanın önlenemeyen yükselişini nasıl açıklayacağız?

Mafya nasıl güçlendi? Mafya-siyaset ilişkisinden nasıl söz edildi? Toplum-devlet, devlet-birey ilişkilerinde şiddetin sınırı ne? Türkiye bir hukuk devleti mi?

Polisler var işkence gördüler, öldürüldüler. Memurlar var polisin copuyla karşılaştılar, dövüldüler, yerlerde sürüklendiler.

Herkes şiddetin hedefi.

Nedir toplumda şiddeti böylesine tırmandıran dürtü? Nedir toplumda şiddetin, toplumda nefretin kaynağı?

Nefretin toprağı öylesine acı bir topraktır ki rüzgar ekersin, fırtına biçersin. İnsanın ve insanlığın tükenişidir şiddet.
***

Bir canlı doku içindeki hücre, içindeki ölümü beraberinde taşır. Her hücrenin içinde lizozom adında zarı olmayan minicik bir zerrecik vardır. Hücre ile birlikte oluşur, hücre ile birlikte yaşar. Birgün lizozom ölür. Hücre içine dağılır dağılmaz hücre de ölür. Hücre ölümü daha yaradılışından itibaren içinde taşımakta ve yaşatmaktadır. Toplumda şiddet de budur. Ölümü toplumun içinde yaşatması... Şiddet topluma dağıldığı zaman ya toplum ölür, ya da toplumun içindeki vazgeçilmeyen değerler ölür.

Bir haksızlığı durdurmak için şiddeti çağıranlar binlerce haksızlığın yaratılmasına sebep olurlar.

Şiddet, şiddetle değil hoşgörü ile çözümlenir.

***

Şiddet gibi ağır bir geleneği ileriye, geleceğe taşımak zorunda değiliz. Dayakta toplumu geliştirecek hiçbir şey yoktur. Şiddet çaresizliktir. Şiddete başvuranlar, şiddeti seçenler, çaresizliği çare gibi görmek tarihi yanılgısına, hatasına düşenlerdir.

Bütün mekanizmalarıyla, şiddete karşı duyarlı bir devlet olmak durumundadır. Toplum olarak tümüyle şiddete karşı duyarlı olmak zorundayız. Şiddet fısıltıların çığlık ve eylem haline dönüşmesidir. Şiddet haline dönüşmeden fısıltılara duyarlı olmak zorundayız.

Her şeyden önce toplumun en küçük biriminde, ailedeki şiddete, kadının ve çocuklarının uğradığı, çoğunlukla içe kapanan ev terörüne bir çözüm bulmak zorundayız. Bir önlem almak zorundayız.

Şiddetin tohumları daha en güvenilir olması gereken ev ortamında filizlenmesin diye. Bütün evlerde nefret değil, sevgi filizlensin.

 

 

ŞİDDET ÇARPI ŞİDDET ÇOCUKLAR ÜSTÜNE İŞLENEN SUÇLAR

 

BM Çocuk Fonu Irak özel temsilcisi R. Wright, Iraklı çocukların bu yıl iki ateş arasında kaldığını belirterek, güvensizlik ortamı ve zorunlu göçlerin vurduğu ülke genelinde temel ihtiyaçları elde etme imkanının da azaldığını vurguladı. Irak’taki şiddet eylemlerinde sırasında yüzlerce çocuğun öldüğünü veya yaralandığını belirten Çocuk Fonu, ayrıca binlerce çocuğun ailesinden birinin ölümüne veya kaçırılmasına tanık olduğuna dikkat çekti.

Wright, 2007’de ilköğretim çağındaki 220 bin çocuğun okula ara verdiğini açıkladı. Bu rakam, geçen yıl okula gitmeyen yaklaşık 760 bin çocuğun arasına katıldığını vurguladı.

İlkokula giden yaklaşık 4,7 milyon çocuğa araç-gereç yardımı yapıldığını ve bu çocukların okullarının onarıldığını açıklayan çocuk fonu, 17 yaşındaki gençlerin sadece yüzde 28’inin yıl sonu sınavlarına girebildiğini ve yüzde 40’ının başarılı olduğunu belirtti.

Bildiride, her ay ortalama 25 bin çocuğun şiddet eylemleri nedeniyle aileleriyle birlikte evini terk etmek zorunda kaldığına da dikkat çekildi.

***

PKK’lı teröristler patlayıcı yükleyip kentin en işlek caddesine park ettikleri aracı, askeri servis otobüsü geçerken patlattı

Diyarbakır, 7’si çocuk 10 kişinin öldüğü “termos bomba” alçaklığından 15 ay sonra dün yine kanlı bir PKK saldırısıyla sarsıldı. PKK’lı teröristler, yol kenarındaki bombalı aracı, askeri servis aracı geçerken patlattı. Patlamada ikisi çocuk 5 kişi öldü, 30’u asker 67 kişi yaralandı. Yaralılardan 6’sının durumunun ağır olduğu bildirildi. İşte terörün iğrenç yüzü.

***

Dünya Çocuk Hakları Günü nedeni ile hazırlanan rapor için açıklaması şöyle:

"Tarihin hiç bir döneminde çocuk sorunu bugünkü kadar kuşatıcı boyutlara ulaşmamıştı. Bugün bütün dünyada çocuk merkezli bir kriz yaşanıyor. Buna karşılık çocuk, dünyanın ilk gündem maddesi olamıyor. Yoksulluğun, eğitimsizliğin, açlığın, şiddetin, savaşların her türlü ihmalin ve istismarın tükettiği çocuk gerçeği karşısında bütün insanlık çocuk ödevine yönelmedikçe çocuğu kolay hedef olmaktan kurtaramayız."

Dünya üzerinde 15 milyona yakın çocuk çatışmalar yüzünden evlerinden ayrı yaşamak zorunda kalıyor. Geçen 10 yıl içerisinde 2 milyona yakın çocuk çatışma ortamlarında öldürüldü. 1 milyondan fazla çocuk yetim kaldı. 6 milyona yakın çocuk ciddi olarak sakat kaldı. 10 milyona yakın çocuk psikolojik travma geçirdi. Her ay 800 çocuk kara mayınlarından dolayı ölüyor veya sakat kalıyor. Yaklaşık 90 ülkede 60 milyona yakın çocuk kara mayınlarının tehdidi altında yaşıyor. Afganistan'daki çocukların %72'si bir yakınını kaybetmiş, %65'i çevrelerinde cesetler görmüş. %50'si birilerini roketli veya bombalı saldırılar neticesinde ölürken görmüş.

Dünya'da 35'e yakın ülkede 300 bin civarında çocuk hükümet ya da muhalif gruplar adına asker olarak savaşıyor. Çocuklar 85'ten fazla ülkede askere alınıyorlar. Çocuk askerlerin çoğunluğunu 15-18 yaş dilimindeki çocuklar oluşturmakla birlikte henüz 7 yaşında olan çocuk askerlere de rastlanıyor. Bu çocukların pek çoğu ön saflarda çarpışmalara dahil edilirken bazıları da casus, haberci, nöbetçi, hamal, hizmetçi veya seks kölesi/sexual slave olarak kullanılıyor. Yine küçümsenemeyecek sayıda çocuk asker, kara mayınlarını temizlemek için kullanılıyor. Bazıları fakirlik veya ayrımcılıktan dolayı asker olurken çoğunluğu kaçırılarak asker yapılıyorlar. Savaş bölgelerinde yaşayan çocuklar evlerinin önünden, okullarından, mülteci kamplarından yahut komşu ülkelerden kaçırılabiliyorlar.

Çocuk askerler fizikî yaraların yanı sıra psikolojik travma ve ölüm riskiyle de karşı karşıyalar. Erkek çocuklar da aynı riski taşımakla birlikte kızlar için en büyük tehlike tecavüze uğrama ve cinsel istismara mâruz kalma. Aşırı yük altında ezilme, kötü beslenme, cilt enfeksiyonları yaygın. Cinsel yollarla bulaşan HIV/AIDS gibi hastalıklar tüm çocukları tehdit ediyor. Kız çocuklara mahsus bir problem de hamile kalma riski. Ayrıca onları duyarsız hale getirdiği için uyuşturucu ve alkolün yaygın olarak kullanımına müsaade ediliyor.

Hatalarından dolayı ölüm cezasına çarptırılan çocuklar var. Pek çok ülkede esir alınan ve kaçmaya teşebbüs edip başarılı olamayan çocuklar işkence ve kötü muameleye mâruz kalıyorlar. Bazı bölgelerde terhis edilmiş olmalarına rağmen çocuklar tekrar askere alınıyorlar. Herhangi bir bölgede birkaç çocuğun savaşırken görülmesi o bölgedeki tüm çocukları şüphe altında bırakıyor ve tüm çocuklar çarpışan grupların hedefi haline geliyorlar. Çocuk askerlere en çok Burma, Paraguay, Kolombiya, Sierra Leone, Angola, Afganistan ve Sudan'da rastlanıyor. Bununla birlikte endüstrileşmiş ülkelerde de çocuklar askere alınıyorlar.

Orta ve Güney Afrika'da bazılarının henüz 7-8 yaşında olduğu 120 bin çocuk asker fiilen çatışmalara katılıyor. Çocuk askerlerin yoğun olduğu yerler Angola, Sierra Leone, Burundi, Kongo, KDC, Etiyopya, Liberya, Ruanda, Sudan, Uganda. Burundi'de askere alınma yaşı 15. Ruanda'da ise 16. Sierra Leone'de hükümet destekli "Yurttaş Savunma Birlikleri"nin %30'a yakını 7-14 yaş arası çocuklardan oluşuyor. Angola'nın sınır ötesinden getirdiği 2000 Namibyalı çocuğu asker yaptığı yönünde raporlar var.

Sierra Leone'de silahlı gruplarca kaçırılan kız çocukların neredeyse tamamı tecavüze uğruyor. Silahlı gruplar tarafından düzenlenen bir köy baskınında kolu koparılan 8 yaşındaki bir kız çocuğuna gidip devlet başkanından yeni bir kol istemesi söylenmiş.

***

Orta Afrika büyük göller bölgesinde etnik savaştan kaçan 1 milyondan fazla insan açlık ve salgının pençesinde çaresiz biçimde yollara dökülüyordu. Sığınma için güvenli bölgelere göç ediyorlardı. Zaire’de sahile doğru yol alan sığınmacılar açlık, sefalet ve yürüyemeyecek derecede yorgunluktan ne yaptıklarının farkında olmadan çocuklarını yollara bırakıyorlardı.

Biz de çocuklarımızı belki bilmeden, farkına varmadan yollarda mı bırakıyoruz? Çocuklarımızı çaresizlik içinde yollara mı terk ediyoruz?

***

Bütün dünya çocuklar adına ne insanlık dramlarına sahne oluyor.

İngiltere’de akılları donduran bir olayı anlatmak istiyorum. Çocuk ve suç üstüne. İngilizlerin ve İngiliz hukukunun çelişkileri ve çağdışılığı dikkat edilmeye değer bu yaşanmış gerçek öyküde.

“Sineklerin Tanrısı” romanının yazarı William Golding’in 1983 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne layık görülmesi pek çok İngiliz’i çileden çıkarmıştı. Romanda anlatılan şiddet dolu olayların, yaşları 6 ila 13 yaşında değişen çocuklar tarafından gerçekleştirilmiş olması tam bir saçmalık olarak nitelendirilmişti. Çocuk saflığına yakışmayan bu fanteziyi feci ve dayanılmaz bulmuşlardı.

Ancak İngiltere gerçek bir “Sineklerin Tanrısı” olayıyla karşılaşınca yine aynı İngilizler dondu kaldı.

6 ve 8 yaşlarında iki erkek çocuğu, Liverpool’un en işlek alışveriş merkezinde kaybolan 5 yaşında bir başka erkek çocuğunu annesine götüreceklerini söyleyerek ellerinden tuttular, hiç acele etmeden dışarı çıkardılar. Sıkça kullanılmayan, şehir merkezinden biraz uzakta bir tren yoluna götürdüler. İşkence yaparak öldürdüler. İşkencenin türü konusunda kamuoyuna bir bilgi yansıtılmadı. Ama yüzünde şaşkınlık dolu garip bir ifade olan üst düzey polis yetkililerinden biri cesetle ilgili olarak ağzından şu sözcüğü kaçırdı: “Parçalanmış.”

Bütün İngilizler sustu. Ne tepki göstereceklerini bilemediler. Çünkü onlar karşılarındakinin çok küçük iki çocuk olduğunu unutmuş, gözleri dönmüş bir şekilde savaş çığlıkları atıyor, çocukların ailelerine lanetler yağdırıyorlardı.

Olayın kendisinden çok daha korkunç olan, çocuklar mahkemeye zırhlı bir arabayla getirilirken Liverpool halkının arabalara saldırışı ve çocukları parçalamak isteyişiydi.

Mahkeme gizli celsede yapıldı. Basına yansıyan temsili resimlerle kollarında oyuncak ayıları olan çocukların devamlı ağladıkları yansıtılıyordu.

Çocukların beyin tomografileri çekildi. 3 nesil ötesine araştırmalar yapıldı. Neden bu vahşeti yarattıkları konusunda araştırmalar yapıldı. İzledikleri televizyon programları araştırıldı. Bir çıkar yol bulunamadı.

Sonuçta bu çocukların toplum için tehlikeli olduklarına karar verildi. Çocuklar öylesine küçüklerdi ki sonuçta kanun bile çaresiz kaldı. Her ikisi de ömür boyu hiç çıkmamak üzere ayrı ayrı özel hapishanelere kapatıldılar. Ölene kadar bütün insanlardan tecrit edileceklerdi.

Uygar dünya bu vahşeti başka bir vahşetle telafi etmeye çalıştı.

Çağdaş hukuk, çağdaş bilim, dünyanın herhangi bir yerinde çocukları için ıstırap çeken anaların acılarını ve çaresizliğini hafifletebilmek zorundadır.

Hukukun, toplumsal mekanizmaların, organizasyonların, devlet yapılarının, bilimin gelişmesi, insanın daha sorunsuz, daha mutlu yaşamasını sağlamak içindir. Toplumsal ve bireysel çözümsüzlüğü azaltmak içindir.

Daha ne kadar çok kat edilecek yolumuz var insanlık adına.

***

Çocuk istismarı sadece savaş bölgelerinde ya da gelişmemiş bölgelerde değil uygar görünen Avrupa ülkelerinde de yaygın. İşte 2007 Kasım’ı içinde yer alan inanılmaz olaylar:

Avrupa çapında faaliyet gösteren çocuk pornografisi ağıyla ilgili yapılan operasyonlarda 92 kişi tutuklandı.

Avrupa ortak polis teşkilatı Europol, esas olarak Ukrayna, Belçika ve Hollanda'da çekilen videoların 19 ülkede 2 bin 500'den fazla insana satıldığını açıkladı. İstismar edilen çocukların çoğunlukla Ukraynalı olduğu belirtildi.

Soruşturma Temmuz 2006'da Avustralya'da polisin internette çocuk pornografisi içeren bir video bulmasıyla başladı. Videoda yer alan kız çocukları ve onları istismar eden babaları Belçika'da tutuklandı. Polis, buradan da videoyu üreten ve Ukrayna'da bir stüdyosu bulunan bir İtalya vatandaşına ulaştı ve onun bilgisayarından müşteri bilgilerini elde etti.

Europol'den analist Menno Hagemeijer, müşterilerin farklı ülkelerden geldiğini ve çok farklı geçmişleri olduğunu belirtti. "Öğretmenler, yüzme hocaları, avukatlar, bilişim uzmanları tespit ettik."

Uzakdoğu’da küçük çocuklar seks aracı olarak kullanıldı. Çocuk fahişeler pazarı medeni dünyadan binlerce, on binlerce yolcu taşıyan jumbo jet filolarını Avrupa’dan Uzakdoğu’ya akıttı.

Çocuğun cinsel araç olarak kullanılışı ne yazık ki bu kadarla da sınırlı değil.

Bazen tehlike çok yakınında, en yakınında. Bir tabu gibi saklanan, gizlenen, çocuk üstüne işlenen suçların en acısı, en utanç vereni, çoğu zaman aile içi kabuğunda gizli kalan, ensest. Aile içi, kan bağı olan yakınlarının çocuğa cinsel saldırısı. İnsanlık tarihinin bütün dönemlerinde lanetlenen bu ilişkinin, en ağır insanlık suçunun kanıtları birçok kez gözler önüne serildi.

Çocuklar üstüne işlenen suçlar elbette sadece cinsel amaçlı değil. Bedensel ve ruhsal olarak çocuğun istismarının ne yazık ki çok geniş boyutları var. Çocuk işçiler maddi, manevi ve fiziksel olarak en fazla sömürülen kitle. Yasadışı işlerde çalıştırılan çocukların durumu ise yürekler acısı.

***

Nerede insanlık, nerede vicdan?

İnsan yeniden sorgulanıyor.

Biraz çocuklardan söz edeceğiz. Suçun kurbanı olan çocuklardan. Gitgide artan suç dünyasında, çocuklar üstüne işlenen suçlar ve suça itilen çocuklardan.

Her saniyede bir iki kişi daha ekleniyor dünya nüfusuna. Her nabız atışında 2-4-6-8 kişi ile daha çoğalıyor dünya nüfusu.

Ve suç sayısı takip edilemez boyutlarda artıyor. İnsanın hiç karşılaşmak istemediği şeyler, istemediği şekilde başına geliyor.

İnsanlar şiddetle acı çekiyorlar. En çok da çocuklar suçun doğrudan kurbanı oluyorlar. O her şeyden sakındığımız çocuklarımız.

Çocuk zayıf, çocuk çelimsiz, çocuk dirençsiz. Kaçmak için ayakları yavaş, direnmek için derileri ince, sakınmak için şüphesi az.

Korkak, hileci insanlar oyunlarını çocuklar üstüne suç işleyerek, onu suç batağının içine iterek oynuyorlar. Sanki insanlığın geleceğinden intikam alır gibi. Sanki insanlıktan intikam alır gibi.

***

Belçika’da birkaç yıl önce seks aracı olarak kullanılan ve öldürülen çocuklarla ilgili haberler çıktı. O sırada belki birçok insanın dikkatinden kaçan bir haber vardı. Yabancı televizyonlarda yayınlandı. Türkiye’de çok az yer verildi.

Haber şuydu: Belçika’da halk galeyana geldi. Uzakdoğu’ya jumbo jetlerle yapılan uçak seferleri iptal edildi.

Avrupa’nın ortasında kendilerine uygar diyen, toplumun her katmanında birçok kokuşmuş insan, Uzakdoğu’ya uçaklar dolusu, küçük çocuklarla seks yapmak için gidiyorlardı da onun için.

Ama gene uygar Avrupa’da Brüksel’de şehir nüfusunun hemen tamamı 250.000 kişi yollara döküldü. Olayları protesto etti. Ve tolerans gösterdiklerine inandıkları adalet sistemine kin kustular.

***

İnsanın yavrusu çocuk. Korunmaya muhtaç. Ne yazık ki aileye en muhtaç olduğu dönemde sokağa terk edilen ya da bir türlü bağdaşamadığı aile yuvasından kaçarak sokaklarda kurtlar dünyasında kendine bir yaşam ve bir lokma ekmek arayan pek çok çocuk var. Suç ortamının ve kirli ellerin hedefi sokak çocukları. On binlerce çocuk vardır sokaklarda, her birinin başından neler geçer, bilinmez...

Suçun aracı olan, suça itilen, üstüne suçlar işlenen çocuklar...

Kanunları yapanlar, kuralları koyanlar birkaç kişidir, ama hepimiz onu yargılayabilecek güçteyiz. Çünkü kanunlar bizim için konuyor. Bana konuyor.

Dünyanın her yerinde analar çocukları için acı çekiyor. Dünyanın her yerinde analar çocukları için ağlıyor. Dünyanın hiçbir yerinde çekilen hiçbir acının diyeti ödenemez.

 

 

İYİLİK EVRENSEL

 

Gecenin lacivert derinliğinde gökyüzünü seyrediyorum. Kırk bin ışık yılı uzaklıktaki Alfa Centauri yıldızını. Samanyolu’nu, ikiz yıldızları, büyük ayı, küçük ayı takım yıldızları arasında parlayan kutup yıldızını seyrediyorum. Sadece 8 ışık dakikası uzaklıkta incelip incelip de bir hilal halini almış aya kayıyor gözlerim. Yörüngesi üzerinde yüzlerce yılda bir gelip de dünya semalarını süsleyen Hale Bopp kuyruklu yıldızını düşünüyorum. Sonra muazzam bir elips şeklindeki Samanyolu’nun milyonlarca ışık yılı ötesinden gelen bir yıldızın buz mavisi kıpırtılı ışığına takılıyor gözlerim. Düşünüyorum.

Düşünüyorum bu yıldızın ışığı milyonlarca yıl önce bulunduğu yerden yola çıktığında dünya üzerinde daha insan uygarlığı başlamamıştı. Dünyada sudan karalara yürüyen dev sürüngenler, dinozorlar, kanatlarını açıp da ıssız okyanuslar üzerinde uçan dev memeliler vardı. Dünya üzerinde daha düşünce uyanmamıştı. Düşüncenin sesi yoktu. Büyük deprem dalgalarıyla dağlar, ovalar, vadiler oluşmakta, dev yaratıkların ürkünç çığlıkları yer yer sessizliğin sesini yırtmaktaydı.

Şimdi bu gördüğüm ışık, işte ta o zamanlar kaynağından çıkmış, evrenin derinliklerinde milyonlarca yıl yol almış, bugün bana ulaşmaktaydı.

Ben bu ışıkla kainatın milyonlarca yıl öncesinden bir görüntü, bir mesaj yakalamaktayım.

Kooocaman kainatın içinde mavi beyaz görüntüsünün altında çamurlu bir su kabarcığı dünyamız. Bir toplu iğne başından daha da küçük. Ve üstünde yaşayan canlı cansız doğamız ve bir yaşam zerresi insanoğlu. Düşündükleri, ürettikleri ile büyüyen... Şiddeti, bozgunculuğu ile küçülen... Yarattıkları ve sevgisi ile var eden, büyüyen, ölümsüzleşen... Nefreti, kini ile yok eden, küçülen, eriyen... İnsanoğlu... Büyüdükçe kainatın gücünü üstlenen, iyiliğiyle evrenselleşen şu insanoğlu... İyiliği ve sevgiyi önemsedikçe çağın çiğliğinden sıyrılıp evrenselleşecek. Ah bir gün şu insanoğlu....

 

 

gallery/pict1

Kitaplarım

Yazan: YILDIZ SAĞTÜRK