gallery/pict1

Kitaplarım

 

DÜNYANIN YARISI KADIN

DÜNYANIN YARISI KADIN

Yaşanmış Gerçek Öyküler


 

Bu kitabımda itilmiş, eğitimden yoksun bırakılmış Anadolu kadınının değer yargılarını, sorunlarını, eğilimlerini anlatacağım sizlere ve çağın kadına acımasızlığından söz edeceğim.

Bir medya kişisi ve bir araştırmacı gözlemiyle toplumun yarısını ve hatta yarısından fazlasını oluşturan kadın nüfusununsisler altında kalmış bir kesitine ışık tutan eleştirel bir bakış açısı, bir gözlem sunacağım.

Tabii sadece yoksulluk ve yoksunluk değil bu kitabın konusu. İmkansızlıklar, karanlıklar içinden bir çıkış kapısı aralayabilen kimi kadınların toplumun alışılagelmiş baskılarına başkaldırışları ve arzuladıklarınca bir yaşam kurma konusunda mucizevi başarıları da var bu kitapta. Sevgi var, aşk var, sevgisizlik var, direnç var, karamsarlık ve kararsızlık var. İsyan var.

Dünyanın Yarısı Kadın, 30 yıllık televizyon programcılığı yaşamımda, yurt içinde ve yurt dışında gezip dolaştığım yörelerden, röportajlarla bulup gün ışığına çıkardığım, yaşanmış gerçek kadın öykülerinin bir derlemesidir.

Yıldız Sağtürk

 

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ

KARS’TAN EGEYE ÇİLELİ YOLCULUK

ZEHİRLİ YÜZÜK

PENCERE ARKASINDAN ALAMANYA

UPPSALA AĞZIN KARA

DUL ÇALI

FINDIK FARESİ

SEVGİ

C ENNETTE KADINA YER VAR MI Kİ?..

ACI BİR MEKTUP

BİR AŞK VE BİR BAŞARI HİKAYESİ

PIRTIK GELİNLİK

İNCİ GERDANLIK

SONSÖZ - (Bir sarkaç gibi yaşamak!...)

 

ÖNSÖZ

Geçmiş yayıncılık yıllarımda bir araştırma yapmak istemiştim. Kadının gücü hakkında. “Kadının bir türlü fark edemediği gücünü belirleyen sayıları nasıl bulabilirim... Nasıl bir çokluk bir büyüklük sunabilirim izleyicilerime...”diye düşündüm.

Düşündüm ki, “DÜNYANIN YARISI KADIN.”

80’li yıllardı. Yaptığım araştırmalarda çeşitli ülkelerin istatistiklerinde kadın nüfusunun gerçekte dünya nüfusunun yarısından fazla olduğunu görmek çok etkileyiciydi.

Almanya’da %52,4

İtalya’da %51,3

Rusya Federasyonunda %53,3

Mozambik’te  %61

ABD’de %62,5

DÜNYADA KADIN ERKEKTEN ÇOK. BU DEĞİŞMEYEN KUTSAL BİR ORAN!..

Bu binlerce yılın gerçeği, eski kanıksanmış bilgi, o gün bile çok ilgi çekiciydi. Samanyolu adlı gök adasının merkezine bir hayli uzaklıktaki güneş sisteminin bilinebilen tek yaşanabilir gezegeninde kadın erkeğe sayıca üstün! 

Doğa’nın gereği bu. Peki, sayı üstünlüğünü bir kenara bırakırsak, ya işlev olarak, güç olarak, eğitimde, yetenekleri geliştirmede, politikada ve yönetimde nedir kadının rolü?

Geçmişte ve gelecekte kadın nereden, nereye koşuyor diye düşündüm...

***

Çağ değişiyor. Çağ büyük bir değişim içinde. Çağ ile birlikte bir çok değer yargısı, hayata bakış açısı değişiyor. Toplumların yaşantısı, birbirlerini etkileyerek çığ gibi, süratle bir yerden bir başka yere, biçimden biçime değişerek akıyor. Çağ değer yargılarını çiğneyip, ezip, dağıtıp, yuvarlayıp, tüketerek değişiyor.

Geleceğe yön vermek isteyen, bu değişime ışık tutan araştırmacılar dünya kadınının geçmiş 20 yılını ve önümüzdeki on yılını değerlendirmişti. Dünya genelinde kadınlar önceki 20 yıldan bu yana bilgi çağının yarattığı binlerce yeni mesleğin üçte ikisini ele geçirdiklerini fark ettiler. Ve bu ataklarını sonraki on yılda da sürdürmeye devam edeceklerini.

Kadınlar işçi, uzman ve girişimci olarak bilgi toplumunda egemenliği ele almaya çalışıyorlar.

80’li yıllar, bir yandan düşünceli, ince duygulu, şefkatli, adil kalırken, diğer yandan bilgisinden güç alan, kendine güvenen, otoriter, disiplinli, meslek ve toplum sorumluluğuna sahip ve mücadeleci olmak kadın kişiliğinin ve modern kadın modelinin çağ içinde yükselen değerleri idi. 

Modern toplum kadını, modernleşmenin getirdiği boşuna kimlik arayışından ve kimlik bunalımından gitgide sıyrılmaktaydı. Meslek ve kariyer sahibi olmanın ve kadın olmanın tadını çıkarmaktaydı. 

***

Yurt içinde ve yurt dışında Türk kadını mozaiğini araştırdım. Ülkemde kadın sorunlar yumağını, bir çok kesimi gözlemledim.

Kadın sorunlarını, sorunlarının farkında olmayan kadınları, sorunlarının farkında olarak mücadele eden kadınları tanıdım. Kendileriyle konuştum. Mektuplar aldım. Dertlerini paylaştım.

Ve bugün... 80’li yıllardan bu yana bugün... Kadın yaşamı, tıpkı bir sarkaç gibi, toplumun üzerinde en gerilerden en ileri uçlara doğru salınıp duruyor. Bazen bir Anadolu kentinden yükselen bir kadın çığlığı, dünyanın herhangi bir metropolünün varoşlarında başka kadınlarca yankılanıyor. Bazen bir ülkede ışıldayan başarılı bir kadın pek çok ülkede alkışlanıyor, sempati topluyor.

Ve bugün Kuzey Afrika’da, Ortadoğu’da ve ne yazık ki ülkemizde bebeğin ana karnında cinsiyetinin ultrason ile saptanması, kız bebekler açısından büyük şanssızlık. Geri kalmış, geriye adım atmış toplumların kız bebeklerden vazgeçerek  hamileliği sonlandırması ile erkek nüfusun artması kız bebekler aleyhine toplumsal ayrıcalığın ilk basamağı. İlahi düzene başkaldırılıyor!.. Kız bebekler daha doğmadan yaşam şansı elinden alınarak başlayan toplumsal ayrımcılık. Ayrımcılığı en şiddetli yaşayan ülkelerde kadın nüfusu böylece %49’lara geriletilmiş durumda. 

Bu gelişmiş bir ülkede, gelişmekte olan ülkelerde, az gelişmiş ya da geri kalmış, geri bıraktırılmış ülkelerde o ülkenin niteliğini belirler, insanın insana verdiği değer. Dünyadaki olayları tartan, yorumlayan bilim kişileri tarihçiler bir ülkede ne kadar üniversite var,  ne kadar elektrik, asit kullanıyor, kaç fabrikaları var, kaç uçağı, arabası var diye bakmıyorlar. Kadın hukukta, sosyal yaşamda, entelektüel hayatta ve yönetimde ne kadar söz sahibi, ne kadar insan olmanın gururunu taşıyor diye bakıyorlar.

Adalet insan onuru için vardır. 

Bilim, insanı dinlendirmek için.

Din, ümit içindir. Sevgi dağıtmak için. Bu dünyada hayatı için yıl, gün, saniye bağışlanan herkes verilen nimetleri yeterince paylaşaacaktır!.. Hakça paylaşacaktır.

Kadın’ın bugün Türkiye’de rakamlarla durumu içler acısı!..

“Dünya Ekonomik Forumu Küresel Cinsiyet Uçurumu Raporuna” göre Türkiye 145 ülke arasında cinsiyet eşitsizliğinde 130. sırada.  

Yemen, Pakistan, Suriye’nin biraz önünde yer alıyor. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre okuma yazma bilmeyen kadın oranı, erkek oranından 5 kat daha fazla. Kadınların eğitimini engelleyen unsurların %71’ini babalar oluşturuyor. Babalar kızların okumasına engel.

Siyasette durum çok daha kötü. Kadın siyasette kendi varlığı kadar hiçbir zaman temsil edilmiyor.

Ülkemizde kadınların en önemli sorunlarından biri ise şiddet ve kadın cinayetleri. Kadın cinayetleri her geçen gün daha da artıyor. Gün geçmiyor ki ailesinin bir ferdi ya da sevgilisi tarafından işkence ile öldürülen bir kadın haberine rastlanmasın. 

Erkekler katil, kadınlar ölü-yaralı, ne tür bir savaş bu, sürüp gidiyor, o yurdun insanları arasında...

Hangisini, hangisini saymalı. Çocuk gelinler, Arap ülkelerinde 70’lik ihtiyarlar, 12 yaşındaki çocuklar, çok eşli evlilikler, oğlan çocuk veremediği için eşinden ayırılan kadınlar, tacizler, tecavüzler, tebessümü elinden çalınan kadınlar, çocukluğundan itibaren aile içi şiddet, ensest mağduru genç kızlar, çocuklar... Kimsenin duyamadığı sessiz hıçkırıklar... Bir türlü uygarlaşamamış toplumların sancıları bunlar.

Bu kokuşmuşluk uygar ülkelerde de var. Oralarda da geri kalmış bölgeler, akıl sağlığını yitirmiş insanlar var. Var olmasına var, ama oran yüzde, binde, onbinde kaçı?..

DÜNYANIN YARISI KADIN adını verdiğim bu kitabımda yurt içinde ve yurt dışında yaşayan kadınlarımızın mozaiği içinde yaşanmış gerçek kadın öykülerine yer vereceğim.

Burada evrensel bir tragedyanın hüzün ve isyan dolu gülümseyişine bir kez daha şahit olacağız. Ama gözyaşı dökmek, ağlamak için değil, yumruklarımızı sıkmak, adalelerimizi germek, gözlerimizi şahinleştirmek için...

.

KARS’TAN EGE’YE ÇİLELİ YOLCULUK

(Anadolu’dan bir Kadın Öyküsü)

Günlerden bir gündü. Aylardan bir ay. Şehirlerden bir şehir. Anadolu’nun kah doğusundaydı, kah batı kıyılarında, kah Karadeniz’de, kah bütün Anadolu’nun özeti olan İstanbul’un tam ortasında.

Sokak sokak, yol yol yürüdüm. Yollar ayaklarımın altından aktı. İnsan yüzleriydi gözlerimin önünden geçen. Yaşlıydı, çocuktu, gençti, kadındı. Bakışlarında, duruşlarında, kimi değişken, kimi yaşanmış bir hayatın kırılmışlığı, kimi geleceğin umutları vardı.

Günlerden bir gündü, Anadolu’ya şöyle bir yabancı gibi baktım. Bir sağır, dilsiz gibi baktım. Kadın yüzleriydi gördüğüm, erkek yüzleriydi. Anadolu’nun bilmem neresinde çilekeş, kadere boyun eğmiş. Kendini güçsüz kabul etmiş, savunmasız kendini toplumun acımasızlığına bırakmış insan yüzleri. Siz de bakın. Bütün sesleri, uğultuları geride bırakıp, yüzlere bakın sadece. Ağlayan bir çocuğa ucuz bir bez bebek alamayan annenin yüzüne, sokakta bir ayağında terlik, suratı mosmor kaçan bir kadının yüzüne ve yokuşta üç adımda bir paketlerini yere koyup yokuş başına bakan kadının yüzüne. Eğer durdurup onlarla konuşursanız işte bunları anlatacaklar.

***

Günlerden bir gündü. Senelerden bir sene. Şehirlerden bir şehir. Adının önemi yok, ama var ve orada yaşadı bu insanlar. Sokak sokak, yol yol yürüdüm. Yollar ayaklarımın altından aktı. Bir kentin eski semtlerinden birinde metruk bir evin bahçe duvarlarının önünde yavaşladı adımlarım. Yanık bir türkünün sesi kırık pencereden sokağa dökülüyordu. İnsanın içini sızlatan garip bir türküydü. Türkünün melodisi insanın gelip tutunduğu yerlerini tırmalıyor, çekiştiriyor, bir sıkıntının içine çağırıyordu. Soğuk, çok soğuk, nefesim ağzımdan çıkıp tekrar yüzüme dönüyor, havada buzun sertliği var.... Dayanamayıp kapıyı çaldım. Biraz şaşkın, biraz mahcup eve buyur ettiler.

Türkü söyleyen genç adam yere öyle çöküvermiş. Sırtını duvara dayamış. Genç kadın başı örtülü, sessiz. İki çocuk. Biri küçücük kalmış, diğeri belli ki ateşli hasta. Kış günü yanmayan bir soba. Bir lamba. Kırık çatlak tahtalar üzerinde yere bırakılmış, parçalanmış bir çocuk terliği. Soğuk sobanın üstünde bir çaydanlık.

Genç aile doğudan, Anadolu’nun en doğusundan, Kars’tan gelip Ege’nin sahillerinde büyük bir kente yerleşmiş. Sırtlarında denkleri, kucakta iki bebek. Kadın üçüncü çocuğuna hamile. Buldukları metruk, terk edilmiş bir eve sığınmışlar. Adamın ne işi var, ne de bir mesleği.

Genç kadının babası, kız çocuğunu buluğ çağına girer girmez, yüklüce başlık parası karşılığı, imam nikahı ile yaşlıca bir adama vermiş, elden çıkarmış ama gözden çıkarmamış. Çocuk kadının dokuz ay sonra bu adamdan bir bebeği olmuş. Kısa bir süre sonra baba baskı yaparak kızını kocasından ayırmış. Hemen sonra yine bir başka adama, yine başlık parası karşılığı vermiş imam nikahıyla. Kısır döngü yakasını bırakmamış. Yine baba korkusu, yine ayrılık. Daha henüz onsekiz yaşlarına gelmiş genç kadın şimdi yine üçüncü kez imam nikahı olduğu bu genç adama verilmiş. Bundan da bir çocuğu olmuş. Bir diğerine de hamile. Ancak baba alışmış bu kazançlı işe. Kızını yeniden taciz etmeye ve kızından ayırmaya yeltenmiş. Lakin bu kez genç adam ısrarlı. Karısına, çocuğuna, karısının daha önceki kocasından olan çocuğuna sahip çıkmış. Almış karısını, çocuklarını, kaçırabileceği en uzak yere kaçırmış. Anadolu’nun bir ucundan diğer ucuna. Fakat baba buralara kadar iz sürüp de kızına ulaşmaya çalışınca dünya dar gelmeye başlamış genç çifte.

Genç kadın babasından korkuyor, sözüne karşı koyması imkansız. Gelenekler.... Yetişme tarzı böyle, korkuyor. Genç adam işsiz. Kendi çocuğu gibi baktığı az gelişmiş büyük çocuk çelimsiz. Kendi çocuğu ateşli hasta. İş bulsa dahi, inşaatlarda amelelik falan, babası kızını kaçırır, götürür diye ayrılamaz. Cenabet, yaralı aslanın başında bekleyen leş kargası gibi...

Kadın sessiz, suskun, dudakları birbirine yapışıp kurumuş. Adam gırtlağına düğümlenmiş dertli sesiyle anlattı, ha anlattı. Adam çok yoksul bir ailenin çocuğu. Evlenme yaşı geldiğinde, demişler ki başlık parası biriktirmeden evlenemezsin. Hangi kapıyı çaldıysa kapı yüzüne kapanmış. Gönlünü çalan hiçbir kız dönüp yüzüne bakmamış bile. Başlık parasını nasıl biriktirsin? Genç bir kız almanın bedeli çok ağır. Kıraç aile tarlası, nesiller boyu bölüne bölüne bir avuç kalmış. Kör boğazı beslemeye bir lokma ekmek veriyor. Özveriyle boğazından kesip, kıt kanaat biriktirdiği üç kuruş parayla ancak çocuk sahibi, iki kez evlenip ayrılmış dul bir kadın alabilmiş. Bir daha tövbe böylesini de bulamaz. Genç kadın başı önünde hiçbir şey söylemiyor fakat zaman zaman başıyla kocasını onaylıyor. Adam bağrı yanık anlatıyor, ha anlatıyor...

***

Belli ki sonu yok bu öykünün. Dayanamadım. Donuk ve ürkek bir hayatın içinde, donuk ve ürkek çocuk gözlerinin dayanılmaz ağırlığından ve endişenin karabasan gibi çöktüğü bu evden uzaklaştım. Düğün düğüm genç bir erkek sesinin söylediği yanık türkü kırık pencereden sokağa dökülüyordu. İlerideki arsada çocuklar oynuyordu. Bu gibi soğukta nedense çocuklar oynuyordu. Çocuklara baktım. Her biri küçük birer ejderha, ağızlarından ateş yerine buhar fışkırıyor. Dünya dönüyor ve başka başka çocuklar gülüyordu. Bu sayfalarda sizlere çocukların gülüşünü taşımak isterdim.

Çocuğa gülmek yaraşır Gülen bir çocuğun billurdur gözleri, dişleri inci. Oynayan bir çocuğun sesinde hayatın yankılanışı vardır.

Düşündüm o kadın hiç çocuk olabildi mi, hiç çocuk kalabildi mi diye? Gözlerimde kadının hiçbir şey anlatmayan donuk yüzü, açılmayan incecik dudakları, ve arada bir ağlamak için ışıklanan kömür karası gözleri kaldı. Ve çocuklar arsada hınzırca kahkahalar atarak birbirlerini kovalıyorlardı...

 

ZEHİRLİ YÜZÜK

(Zehirli bir yüzük aldım da taktım parmağıma...)

Zeyno nişanlanmıştı. Sevdiği adam nihayet anası babası ile birlikte gelip kendisini istemişler, babası önce biraz düşünmüş, sonra vermiş gitmişti. Aile içinde arkadaşları, akrabaları toplanmışlar, ömür boyu birlikte yaşayacaklarına söz vermişler, yüzük takınmışlardı.

Nişan, evlilik bir şey fark etmezdi. Nişan da evlilik gibi bir şeydi. Söz bir kere verildi mi geri dönülmezdi. Zeyno’nun kendi yüzüğü onunkinden farklı. Biraz yüksek, kapaklı, üstünde işlemeleri var. Gümüş bir yüzük. Evleneceği adamın ailesinden yadigar. Geleneklerin ağırlaştırdığı büyüleyici bir güzelliği var Zeyno’ya armağan edilen nişan yüzüğünün. Aman ola ki kapağını hiç açmamak gerek. Kapağının içinde yüksük başı gibi iri bir beni alacak kadar bir oyukluk var, içi ağu dolu. Ondan mercimek büyüklüğünde bir zehir bir deveyi öbür dünyaya götürür. Zehirli nişan yüzüğü, genç kızların öpmek için aralanmış pembe dudaklarına yaraşır.

Buralarda adet. Evlenirken gelin kız zehir yüzük takınır. Nikaha ihanet ağır bir suç. Ola ki bir cahillik etti, evlenip te gönlü bir başka adama kaydı, ona istekle baktı, vay başına gelene.

Sevdiği adamın ailesi, sevgili oğullarını Zeyno’nun koluna, beraberinde getirdikleri zehirli yüzüğü de parmağına takıverdiler daha nişanlanırken. Zeyno yüzük takılırken bir hoş oldu, dudaklarında bir kıvrım hem güler, hem alay eder gibi belirdi. “Olur mu hiç? Başkasına yan gözle bakacaksam Mevla’m canımı alsın, o saat yüzüğe ne hacet.” Yavuklusu 17-18 yaşlarında, kendisi 14,5. kulaklarında bir türkü Kayseri’den, “Ceviz oynamaya mı geldin odama, kızı nişanlın bu mu derler adama.” O sevdiğini bulmuştu bir kere. Daha fazla ne isteyecekti Mevla’dan. Sevdiği adam genç, yakışıklı mı yakışıklı. Allah’ım bu kadar çirkin anne babadan bu kadar güzel tosun mu olurmuş? Buzağı desek yeridir. Cami avlusundan almışlar zahir. Sevecen mi sevecen. Gözlerinin içine bakınca, yüreği eriyor Zeyno’nun.

***

Zeyno nişanlısıyla evlendi. Çoluk çocuğa karıştı. Her yıl iyi kuzu veren anaç koyunlar gibi birbiri ardına iki yavru kuzuladı. İki bebe, biri koynunda, diğeri eteğinde iki oğlan çocuk. Gözü mutluluktan başka hiçbir şey görmüyor Zeyno’nun, her taraf pembeye boyanmış.

Her şey iyiydi, mutluydu, umutluydu da askere çağrılmıştı çocuklarının babası, evinin direği, sevgili eşi. Zaman, hasretlik bir türlü geçip tükenmez. Adam karısını kaynanaya emanet edip askere gitti. Zeyno’nun gülen gözlerine kapaklandı göz kapakları, tek hevesi bebeleri.

Gel zaman git zaman, günler birbirini kovaladı, haftalar haftaları. Kaynananın gözü Zeyno’nun üzerinde. Bebelerin yanı sıra işe güce, her yere Zeyno’yu koşturuyor. Kaynana kaynar ana, biraz sonra idam cezası verecek ağır ceza reisi sanki. Suratı hiç gülmez. Hiçbir şeyi beğenmez. Zeyno ne yapsa memnun olmuyor. Yemeğin tuzu biraz az, biraz çok, hata. İyi süpürmesen, hata. Bebeler biraz mızıldarlarsa, olur muymuş. “Pencereden niye baktın, kim var orada?” Zeyno kaynanayı bir türlü memnun edemiyor. Kaynananın öfkesi gün geçtikçe artıyor, çekilmez oluyor. Ama ne yapsın? Kocasını düşündükçe burnunun direği sızlıyor, elbet bir gün dönecek. Zeyno’nun kulaklarında hep aynı türkü:

“Ceviz oynamaya mı geldin odama

Nişanlın bu mu derler adama

Dayanamam senin kara sevdana...

Asker bayrağını burca diktiler

Sevgili yârimi asker ettiler

Ben doymadan o yâri de alıp gittiler.”

Nedir istediği bu kaynananın? Bir gün kapıya gelen çerçici biraz fazla oyalanmış kapıda. Gelin pazarlık edeceğim diye sözü uzattıkça uzatmış. Demediğini bırakmadı. Adını kötüye çıkaracak.

Ertesi gün kucağında ağlayan bebesi, oyalansın diye ona dışarıyı seyrettirirken, karşı evin yetişkin oğlu ona bakmış, sırıtmış. Bu da ona gülümsemiş. :Kaynana mahalleyi ayağa kaldırdı. Her önüne gelene yanına yan katarak anlatıyor, “Karalar giyiniyor. Her şeyi kara, kara gecede kararıp duruyor. Kapkara gecede, kara taşın üstünde, kara karıncayı bir tek Allah görür. Aklım fırtcak, tövbe olsun!”

Zeyno ne diyeceğini şaşırmış. Ne dese dinleyen yok. Koca kadın yalan mı söyleyecek. Haber bir mektubun kanadında askerdeki kocasına duyurulmuş. Kaynana, “Gel oğlum bir tek elde mavzer beklerik, karın elden gidiyor. Bakmadığı adam kalmadı”diye feveran edermiş. Kendini teskin etmek, ağrıyan kuluncunun ağrısını dindirmek için mercimek büyüklüğündeki afyonu ağzına atıveriyormuş, “Bu gelin beni zehirleyecek?”

Vallahi de, tallahi de, ne yemin etse dinleyen yok. Kocası askerde, ne der, ne düşünür? Kaçıp gelse, askerliği yanacak.

Kardeşleri gelip Zeyno’yu tartaklamış, bir hayli canını yakmışlar. Yalvarmış, anlatmış, ağlamış, bir türlü kimseyi inandıramamış. Cadı kaynana adeta oğlunun karısından intikam alıyor. Rivayet üstüne rivayet uyduruyor. Masal üstüne masal!

Zeyno çekilmiş bir kuytuya donmuş gibi hiç hareket etmiyor. Tek ses bebelerden. Kaynana komşularda şer üretiyor, “Üryasında malum olmuş. İstihareye yatmış, namazını kılmış, duasını okumuş, gelini görmeye niyet etmiş. Görmüş mü? Tam o sırada keçi sakallı, insan yüzlü bir kedi görmüş, korkudan gözlerini yummuş, onun için görememiş amma şen-şakrak bir kahkaha duymuş, oğlanla gelinin ilk günlerinde odalarından gelenler gibi.”

Kocası zamanı gelince izin alıp eve gelmiş. Kafası karışık ama o gençliğine rağmen, karısının halini, anasının eziyetini görmüş, anlamış. Kimsenin inanmadığı karısına inanmış. Demiş, “Ben inandım ana! Zeyno masum! Benden başkasına bakmaz! O çocuklarımın anası!”

Kaynananın ne Nuh’u var, ne Peygamber’i. “Öyle deme, boşuna konuşma, senin karın var ya, senin gittiğinin haftasındaMuhbirlerin Ahmed’in düğününde meydanın ortasında öyle bir çengilik etti ki köyün bütün azgınları ağaçlara çıktı, bağırdılar, çığırdılar. Onların gözünün içine baka baka titretti götünü. Karının erkeği askere gitmiş, daha ne yapacaktı, a benim uyuz oğlum!”

-“Hatice onun arkadaşı, evde kalmış, kimse almamış, en sonunda Ahmed’in salyalı Mehmed’ine varmış. Çok görme ana!”

-“Dediydim, bütün köy gördü. Senin sevdan gözünü kör etmiş. Benim gözlerim iyi görmez, amma velakin kulaklarım karıncayı duyar. Geceleri fısıl fısıl fısıltılarını duydum. Buna ne diyeceksin?”

-“Ne konuşuyorlardı, peki?

- (Derin bir sessizlik)

Köyde herkes değişik yorumlar içindedir.  “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz!”  “Yahu kaynanası en yakını, o bilmeyecek se biz mi bilcez?”  “Görmüyon mu iki çocuk anası her tarafı fıkır fıkır oynuyo!” “Öyle şey yapabilir mi, oğlan kardeşlerine, babasına bak, onu kalbura çevirirler. Mümkünü yok!” “ Yılan gibi. Yılanın taş üstünde izi mi olurmuş!” “Peki yaptı diyelim. Kimle yaptı? Kurtla, kuşla yapacak değil ki bu, kimle yaptı? Bi bilen var mı? Gül gibi tazecikten ne istersiniz?” “ben gördüm onu, cüce gibi bir adamla, ağlayan kayanın arkasına dolanıverdi. Hani çok rahmet olduydu o gün.” “Öyle demen, Zeyno namusludur!” “Namusu nerden bilecek. Daha 15’ine varmadan gelin gitti!” “Kızın babası Harbi Ağa  ne zamandır kahveye çıkmıyor, bi sebebini bilen var mı?”

Zeyno perperişan. Sanki inme inmiş, donuk, fersiz gözleiyle etrafına bakıyor, ama göremiyor. Tek umudu erkeği. Gün doluyor, bugün, yarın birliğine teslim olacak. “Kaçıp gitsek, çocukları da alıp!”  Kaynananın cellat bakışları, kaynata küs, ondan yana bile bakmıyor. Tek sığındığı yer eşinin sımsıcak göğsü. Zeyno donuyor, zangır zangır titriyor.

Zeyno şaşkın.. Bütün köy bu dedikoduyla yatar, bu dedikoduyla kalkar. Tarlada, bağda, bahçelerde, dipsiz kuyularda, ıssız sazlıklarda bu dedikodu yankılanır, durur. Evde, mahallede, köyde, bütün çevrelerinde bir fırtınadır eser, karşı durulmaz.

Zeyno bir sabah ezandan önce bir kabusla kan ter içinde uyanır. Düşünde bütün köy üstüne gelmiş vuruyor ha vuruyor. Derken kocasının yüzünü görür. Bir bıçak kalkar göğsüne iner. Zeyno yere yığılır. Düş bir karabasan olur. Sevdiği adamı jandarmalar alır, mapusa koyar, döverler de döverler. Bebeler sokaklarda köpeklerle birlikte yatar, çöplükte ekmek ararlar. Zeyno bağırmak, yırtınmak ister, sesini çıkaramaz. 

Hıçkırıklar ciğerlerinde düğümlenirken, gözünü aralar. Usulca kalkar, sessizce avluya çıkar. Kavak ağacının dibine oturur. Sevdiğinin, yavrularının yüzleri sanki gözlerinin önünde, buruk bir gülücük dudaklarında, ağır kara gümüş yüzüğü parmağından çıkarır, kapağını açar. Ağuyu ağzına akıtır. Acıdır zehir. Zehir acıdır. İlerde bir alıç ağacı vardır. Güdük, bakımsız, yabani iri bir çalı gibi, dalları kurumuş gibi, ama sarı- kızıl meyveleri top top. Zeyno alıç ağacına doğru, düşe-kalka yuvarlanarak gider. Kavağın dibinde ölmek istemez. O garip alıç bilecektir ölümünü.  Sonra o ağaç ta kesilip odun yapılacak, yakılacaktır. Onun için ister şahitliğini. Hiç kimse hatırlamasın onu. Tez guylasınlar toprak altına. Tiz bir çığlık. Sonra her şey susar. Hafif bir rüzgar kavağın gümüş yapraklarında şakır. Ve alıç öylesine durur, durduğu yerde.

Sabah ezanında uyanan kocası, Zeyno’yu yanında bulamaz. Avluya fırlar. Şarbası, yeşilli, kırmızılı baş örtüsü kavak ağacının dibindedir. Zeyno’nun cansız bedenini işte orada, alıç ağacının altında, öylece görür. Bakmaya, sevmeye doyamadığı Zeyno’nun güzel bedenini... Adam göğsünü, kollarını göğe açarak haykırmaya başlar. Zeyno’nun çilekeşliğine, kendi kadersizliğine, yavrularının kadersizliğine haykırır. Haykırışları çıplak ovayı sarar, patikaları, su arıklarını, dipsiz kuyuları dolanır, başka hiçbir canlı yaslı adamın önüne çıkıp, teselli etmeye cesaret edemez.

O yüzük Zeyno’yla birlikte gömülecek mi? Yeniden kovuğuna zehir doldurulacak, bir kız- gelinin parmaklarında açılmak için haseti, kıskançlığı, zevkle yayılan dedikoduları bekleyecek. Ve ardından yalnızca yanık bir türkü bırakacak, “Batsın Bu Dünya!...”

 

PENCERE ARKASINDAN ALAMANYA

Yedi yıl olmuştu. Görebildiği, bilebildiği Alamanya, sadece ve sadece aha şu perdenin arkasından görebildiği... Bir de erkek kardeşlerinden, tek tük gelen konu komşudan duyabildikleri. Eski apartman dairesinin odalarını bölmüşler, ayırmışlar, üç aile paylaşmışlar. Bir büyük oda, bir karanlık oda, ışıklığa bakıyor, bir de banyo. Hela banyonun içinde.

Oturdukları büyük odaya akşam döşekler seriliyor, herkesin yattığı yatak odası oluyor. Gündüz döşekler toplanıp bir köşeye yığılıyor, üstüne bir örtü örtülüyor. Yer minderleri yayılıyor, oturma odası oluyor. Bir de ışıksız bir mutfak var. Oraya bir sedir atmışlar, Hatice iki senedir geceleri o sedirde uyuyor. İki erkek kardeşi, anası, babasıyla beş kişi bir buçuk odalı dedikleri bu evde yaşıyorlar.

Evde uzanıp yatan birisinin sanki başı bir odada, ayakları başka bir odada gibi. Bu evin dışa açılan tek penceresi bir çıkmaza bakıyor. Dört eski apartmanın kapıları küçük bir avlumsu meydana açılıyor. Bu avluya bir apartmanın altından geçen kemerli dar bir sokağımsı aralıktan giriliyor.

Hatice’nin perde arkasından gördüğü işte bu dört apartmanın girişlerinin açıldığı küçük çıkmaz. Bazı akşam üzerileri, okuldan dönen çocuklar evlerine gitmeden önce oyunlar oynarlardı, bu küçük avluda. Sarı saçlı Alman çocukları ve siyah saçlı çocuklar. Kara kafalı çocuklar geldi mi onlarla kavga ederler, itişir kakışırlardı. Bazen de kara kafalılar erken geldiler mi, onlar kaydırak, sek sek oynar, top yuvarlarlardı. Bazen sarı kafalılarla, kara kafalılar aralarında iyi geçinir, bazen de kavga ederlerdi. Sesler yükselince, her zaman karşı apartmanın üçüncü katının penceresi açılır, yaşlı bir Alman kadını bağırarak bir şeyler söyler, çocukları evlerine kovalardı.

Çocuklar oynarken Hatice perdenin arkasından zamanın nasıl geçtiğini bilmezdi. “Keşke hep oynasalar, hep bağırsalar, çağırsalar da, şu cadı Alman kadını pencereye çıkıp kovalamasa onları... Hep seyretse, hiç bıkmaz!”

Sabahın erken saatlerinde, gün doğmadan işe gidenler olurdu. Vardiya işçileri kimi zaman gece yarısı işten döner, ya da gün ağarmadan giderlerdi. Kardeşleri işe gitmek için evden ayrıldıklarında, Hatice usulca penceresine seğirtir, işe giden gelenleri gözlerdi. Bir posta memuru, bir sokak temizlikçisi, kadın erkek fabrika işçileri, mağazada çalışan temizlikçi kadınlar. Hepsi topu topu sekiz dokuz kişiydi. Akşam da hepsinin yolunu gözlerdi. Kimi ellerinde market torbalarıyla hep aynı saate evlerine gelir, kimi geç vakitlerde sarhoş dönerdi.

Bir Helga vardı yandaki apartmandan kocasıyla birlikte kıkırdaya kıkırdaya gider gelir. Karı koca birlikte çalışırlardı. Etine dolgun bir kadındı Helga. Çok güldüğü, şen şakrak olduğu için orospu derlerdi. Her zaman birlikte olurlardı. Kocası narin yapılı bir Alman’dı. Babası “Bakma o kadına. Fahişe o, Alman fahişesi”derdi. Anası, “”Herifiyle öpüşe koklaşa gitmeye utanmıyor, sanki sokakta, tövbe. Adamları azdırıyor. Hiç örtünmese yeridir, her şeyi meydanda. Orospudur, o!”derdi. 

Helga’nın yanındaki nikahlı kocasıydı. Birbirlerini tanıdıklarından beri sevgileri coştukça coşmuştu. Birbirlerine dayana yaslana birlikte işe gider, gelirlerdi. İkisi de bir mağazada satış görevlisiydi.

***

Önce babası gelmişti, üç dört yıl kalmıştı Alamanya’da. Tarlayı anasına, oğullarına, kendisine bırakmıştı. Tarla verimsizdi. İlkbahar, yaz, güz deliler gibi çalışırlar, yine de karınlarını doyurmazdı. Kışın kar yağdığı zaman erkek kardeşleri Kuran kursuna giderlerdi. Sureleri ezberlemeye çalışır, ibadetlerini tamamlarlardı. Babası yaz aylarında kısa bir süre gelir, ortalığı kasıp kavurur, kırana koyar, giderdi.

Hatice ağaçların gölgesini, toprağın kokusunu, çamurdan yaptığı bebek kafasını, ekinin yeşermesini, rüzgarda dalga dalga salınışını, gök yüzünün mavisini, pamuk bulutları, arıktan akan suyu, sapsarı hasat mevsimini yaşamıştı. İçinde bir sızı, iç geçirdi. Hasadın geniz yakan kokusu sanki geldi burnuna yapıştı. Burnunun direği sızladı. Uzun saçları vardı. Saçlarını örerdi. Sekizine gelince, büyüdün koca kız oldun artık diye başını örttü anası. Oyalı, çiçekli yemenileri vardı. Düşündükçe yüreği parça parça oldu Hatice’nin. Hatırladıkça bir şey koptu içinden, yüreğinde yanığı kaldı.

***

Babası üç dört yıl sonra hepsini aldırttı Almanya’ya. Tarlayı, takayı, traktörü elden çıkarıp, üstlerindeki, başlarındakiyle Almanya’ya göçüp gittiler. Babası oğlanlara birer çift potin getirmişti. Çok yakışmıştı ayaklarına. Sıcacık tutuyordu ayaklarını. Ama ilk defa giydikleri için potinler vurmuş, ayakları yara içinde kalmıştı. Kendisinin ve anasının ayaklarında lastikler vardı. Oğlanlar ilkokuldan terkti. Ama olsun Kuran okumuşlardı. Kendisi okulun yüzünü görmemişti..

Sert bir adamdı babası. Oğlanları hemen işe yerleştirdi. “Kadın takımı Alamanya gibi yerde evden dışarı adımını atmaz”derdi. “Biz erkekler işteyken dışarı adım attığınızı bir duyayım, kemiklerinizi kırarım.”Önceden bir okkalı patak atmıştı anasıyla kendisine. Oğlanlara da sıkı sıkı tembih etmişti, göz kulak olacaklardı. Evin bekçisi erkeklerdi. Pencereye de çıkmak yok. Hatice ağlamış, sızlamış, anası usulca babasını ikna etmişti. Perdenin arkasından dışarıya bakabilir. Perde açılmayacak, zinhar!

Böylece ana kız Almanya’da iki göz odanın içine tıkılıp kaldı. Bazen babası, bazen kardeşleri olanları anlatırlardı. Burada dışarı çıkan kadın, kız orospu olur. Ana, baba, koca, sözünü dinlemez olur. Erkekler peşine düşer. Etraf kötü, herkes cehennemlik. Genç genç çocuklar, kızlar hepsi bir arada dansa gidiyorlar. Akşam hepsi dansta. Sigara içiyorlar, kafayı çekiyorlar, kumar oynuyorlar. Esrar bile içiyorlar. Hap gırla... Kızları da, sokaklarda oyalanan oğlan çocukları da kötü yola çekerler. Oyalanmak, takılmak yok. Oğlanlar iş saatinden sonra hemen eve dönecekler.

Sokak göründüğü gibi değil. Akıllı Alman’lar sokaklarda pek görünmezler. Giderlerse toplu halde hep kalabalığın içindedirler. 

“Baba bir defa götür beni, sen götür göster. Se yanımda olacaksın zaten” diye yalvarmıştı birkaç kez. Babasının tepkisi hep çok sert olmuştu. “Olmaz! Bir kere çıkarsan gözün açılır. Ancak kocaya varırsan, kocan götürürse götürür. Biz seni ona açılmamış teslim ederiz. O ne yaparsa yapar. Götürsek te bir şey anlamazsın, ne konuşurlar bilemezsin. Bira içip, mantarlı sosis yerler. Ne yapacaksın ki orada?”

Koca diye bir şey yoktu ortada. Hem kim alacaktı. .kimseyi görmüyordu ki. Köyde olsa çoktan evde kalmış sayılırdı. Yirmiüç yaşındaydı. Köyde onbeş, onaltı yaşında everirlerdi kızları. Köy yerinde herkes birbirini bilir, tanır. Kimin gönlü kimi çekerse, dengi dengineyse ona verirlerdi. Kızlar, oğlanlar düğünler, derneklerde, çeşme başında, tarlada birbirlerinigörürler, beğenirlerdi. Yaşlılar gençlere aracı olur, aileleri ikna ederlerdi. Bazen de evlenecek kişiyi ana, baba bulurdu, ona da razı olunurdu. Burada öyle güvenilir tanıdıkları yoktu. Babası eve kimseyi getirmezdi. O perdelerin ardından yan apartmandan gelen gideni görür, gözlerdi ama kimse onu göremezdi.

Hatice Alman televizyonlarından birini açardı. Orada Hans’ın kahkahası diye bir mizahi program vardı. Hans, velet bir Alman, her ne söylerse seyircileri gülmekten yerlerde yuvarlanıyor. Başından sonuna kahkaha. Hatice, onları güldüren nedir, anlayamıyor bir türlü. Ama Cumartesi, Pazar hariç her gün sabah Hans’ı seyrediyor. Kıvrık kıvrık kısa saçları, fıldır fıldır dönen gözleri, dudaklarından hiç eksik etmediği o muzip ifade ile yalnızca Hans’ı. Hatice, Hans’a resmen aşık olmuştu. Rüyalarında Hans’la evlenirken görüyordu kendini. Düğün davetiyesinin üstünde HH yazıyordu. Hatice’nin H’si Hans’la yan yana. Birlikte stüdyoya geliyorlardı. Seyirciler onları gösterip kahkahalar atıyorlardı. Bazıları gülmekten yerlere düşüyorlardı. Hans Almanca bir şey soruyor, Hatice Türkçe bir cevap veriyor, halk kahkahayı patlatıyordu. Bir defasında kendisini Hans’ın evinde sofrada bulmuştu. Sofranın ortasında nar gibi kızarmış, koskoca bir domuz, ağzına da kıpkırmızı bir elma koymuşlar. Hans kesip ikram ediyordu, o muzip gülüşü ile. Hatice, “Ben domuz yemez, ben kuzu yer, ben dana yer. Ben Müslümanım” diye reddediyordu. O gün kan ter içinde uyanmıştı. Şükürler olsun o rüyayı bir daha hiç görmedi.

Yan apartmanda bir Türk aile otururdu. Bir kızları vardı. Bir gün helva karıp göndermişler. Komşu kızı ile kapı ağzında konuşmuşlardı. Komşu kızı, “avludan geçerken bazen pencerede perdenin kıpırdadığını görüyorum. O zaman arkasında senin olduğunu fark ediyorum. Ama yüzünü seçemiyorum”demiş, arkadaşlık yapmak istemişti. Ama sokağa çıkıyor diye evdekiler müsaade etmemişlerdi. Yine de arada bir annesinin pişirdiği bir şeyleri alır getirir, kapı aralığında birkaç kelime konuşurlardı. Kız dışarı neden bırakılmadığını bir türlü anlayamazdı.

***

Tatilde yazın memleketine geldikleri zaman onu istemeye geldiler. Damat adayı, annesi, babası, teyzesi, halası ile geldiler. Hatice hareketsizlikten bir hayli kiloluydu. İkram için kahveyi getirirken ayağı halının kıvrımına takıldı. Ta uzaktan tepsiyi dengelemeye çalışarak, tepsi ile birlikte oğlanın kucağına doğru kapaklandı. Kahvelerin, suların hepsi damat adayının üzerinde. Canı yanan aday kendisinden umulmadık incelikte bir çığlık attı. Hemen Hatice’yi kaldırmaya çalıştı. Hatice kalkarken onun yüzüne baktı. Damadın dudaklarında muzip bir tebessüm vardı. Yer yer dökülmüş saçları besbelli kıvırcıktı. Ve herkes kahkahalar atıyordu, dünürcü evinde.

Evleneceği adamı hiç tanımadan hemen evlendi, hiç düşünmeden. Yeniden çocukluğunun ovaları gibi umutlar yeşerdi yüreğinde. Duyguları köyündeki arıklar gibi çağıldamaya başladı. Kalbinde ümit çiçekleri filizlendi. Birlikte Anadolu’ya döndüler, evlendiği adamın köyüne. Tanımadığı bir adamla, tanıdığı topraklara ve geleceği belirsiz bir hayata doğru yelken açtı bilinmeyen bir limana..

UPPSALA AĞZIN KARA

Seher gelinin hayatı bir günde değişti. Kocası, İsveç’ten davet mektubu geldiğinde, havalara uçmuştu. Üç güzdür evliydiler. Çocukları olmamıştı. İki dolu seneyi aşkın çocuk beklemişlerdi. Olmamıştı. İkisi de gepgençti. Birlikte fabrikada işçi olacaklardı. “Ne mene bir iştir bu faprika işi”diye düşünmüş iç geçirmişti.“Korkma herkes öğreniyor, çalışıyor, sen de öğrenirsin, ne düşünüyorsun”diye paylamıştı kocası.

Birden zaman hızlandı. Doktor raporları, pasaport işleri, konsolosluk işleri, birbiri ardına yolculuklar, yolculuklar. Düşünecek değil, kafalarını kaşıyacak vakitleri bile kalmamıştı. Bir har gür, anasına bile doyasıya sarılamadı. Ardında bıraktığı Karadeniz’in hırçın dalgalarına, göğe uzanan dik yamaçlarına, sisler arasında kaybolan koyu yeşil ormanlarına şöyle bir dönüp son bir kez bakamadı bile.

Kara tren oflaya puflaya, kıvrıla kıvrıla uzandı İstanbul’a. Oradan bir kuş uçuşu ver elini Stokholm. Uçağın kalktığını telaştan pek anlayamamıştı da, bulutların arasından havaalanına inerken, heyecandan kalbi güp güp göğsünden fırlayacak gibi oluyordu, daaa!

***

Birkaç gün eğitimden sonra fabrika işine alıştılar. Zor değildi. Herkes yapabilirdi. Bandın üzerinden parçayı alıp vidası sıkıştırılacak. Bandı üzerinden geçen parçalardan gözüne kestirdiğini tam önünden geçerken kapacak. Vidayı sıkıştıracak. Ne az, ne fazla, tornavidayı iki kez yuvasında döndürecek. Bir, iki, işte o kadar. Ustabaşının gözü her an üstünde, hızlı hızlı yapılan bu yarış, ilk günler sırtından su gibi terin boşalmasına sebep oluyordu. Bir süre sonra alıştı, otomatikleşti, makinaların, bandın bir parçası olmuştu. Daha çok kazanmak için fazla mesailerle oniki saati bandın yanında geçmeye başladı. Bir yandan eli aralıksız çalışırken, gözleri dalıyor, Karadeniz’in yeşili, dik yamaçları, hırçın denizi, sisi gözlerinin önünde dalgalanıyordu.  En çok ta aşağılarda, ayaklarının dibindeki bulutları, sonra denizin köpüklü dalgalarının sesi yerini fabrikanın uğultusuna bırakınca kendine geliyor, sarhoş bir şaşkınlık geçiriyordu. Bantta Türkçe konuşan başkaları da var ama konuşmak yasak. Meister, ustabaşı hemen gözünü devirip bakıyor.

Bu tekdüzelik birkaç ay hayatlarında hiçbir değişiklik olmadan devam etti. Sabah erken gün doğmadan uyanıp fabrikaya koşmak, akşam da işçi lojmanlarında kendileri için ayrılan odaya adım atar atmaz, döşeğe uzanıp, birbirlerine sokulup, yorgunluk çıkarmak Kısa bir keyif anı, sonra kirpiklerin ağırlığına kendini bırakıp, uykuya yuvarlanmak. Bütün günler lojmanla fabrika arasında birbiri ardına tükeniyor, boğazlarına birkaç lokma sıcak aş giriyordu. Tadına bir türlü alışamadıkları tuhaf yiyecekler.

Çalıştıkları sürece paralarını alıyorlardı almasına da, Seher memleketinin hasretine daldıkça, parça bandın sonuna arızalı geliyordu. “Kaput!” Üstelik yakaladığı parçalar azalmıştı. Birkaç ay sonra fabrikada işleri bitti, işten çıkarıldılar. Ne yapacaklardı şimdi yabancı elde, çulsuz, nasıl yeni bir iş, kalacak yer bulacaklardı? Ellerindeki para, aylıklardan geriye kalan, onları ne kadar idare edecekti?

***

Fabrika’da tanıştıkları Hasan’la Uppsala şehir merkezine doğru yola çıktılar. Hasan kendisine ve Seher kadının kocası Adem’e bir temizlik işi bulmuş. Seher kadına iş yok. Uppsala’da üç katlı bir evin üst katını Belediye’den kiralayıp oturdular. İsveç’te Belediye çalışan her aileye ev bulur, maaşının üçte birinden fazlasını da almaz kira olarak “yasalar böyle elin memleketinde, hemi de gözel gözel evler, kimseyi aç, açıkta bırakmıyorlar”diye iç geçirdi Seher gelin.

Kocası işe gidip gelmeye başladı. Sabahın karanlığından, gecenin geç saatlerine kadar çalışıyor da çalışıyor. Seher gelin evde yalnız. Etrafta hep dilini bilmediği insanlar. Göz göze geldiler mi yüzlerini buruşturuyor, anlayamadığı bir şeyler söylüyor, tafra üstüne tafra yapıyorlar.

Gidilecek bir yer yok. Yapılacak bir iş yok. Konuşacak, derdini dökecek, birlikte neşelenip, birlikte hüzünlenecek kimse yok. Bir kelime anadiline, bir gülen yüze hasret. Seher gelin gün be gün içine kapanıyor, kendi içinden bir türlü dışarı çıkamıyor. Gittikçe ağırlaşan korkutan bir karabasan bu.

Ev dar geliyor. Yapacak bir şeyler arıyor Seher gelin. Bir çocuğu olsaydı oyalanırdı. Belki de olmaması daha iyi elin memleketinde. Ne olacakları belli değil. Derken aklına bir fikir geliyor. Kocasına açıyor düşüncesini. O da oralı değil, “ne yaparsan yap”diye başından savıyor.

Zihnindeki düşünce onu canlandırıyor. Bunu eskiden memlekette de yaparlardı. Arazisi, bahçesi, olmayan evin terasına toprak yığar, eker, yetiştirirdi. Öyle güzel yetişirdi ki, bazen ağaç bile diktikleri olurdu. Fidan da tutarsa, ondan sonra gel keyfim gel, bahçe gibi çatı.

Kocası yeni bir iş buldu, kuzeye gidecekti, ormanlara. Tomruk işi. Tomruk kesecekler, ırmağa salacaklar ya da daha güneye inip, nehirden tomruk toplayıp, hızara taşıyacaklar. Tehlikeli iş, parası da iyice, ne kadar sürer bilinmez. İlkbahar gelmiş orman mevsimi başlamıştı.

Burada kendilerine ait bir avuç bahçeleri bile yoktu. Bir terasları da yoktu kendilerine ait. Olsun evleri vardı ya. Hemi de büyüktü iki kişi için. Onlara bir oda yeterdi. Konu komşunun bakışlarından gizlenerek akşamları o araziden, bu araziden çuval çuval toprak topladı. Getirdi odaya, salona yığdı. Toprağı taşlarla destekledi. Yürüyecek yolları ayırdı. Tarhları açtı. Bir karıştan fazla yüksekliği var güzel bahçe toprağının. İşte evlek evlek ekinek hazırdı.

Marketten tohumlar aldı. Yine akşamın alaca karanlığında, ilerdeki çiftliklerin bahçe kenarlarından fideler topladı. Fasulye, domates, hıyar, biber, çilek ve daha bir çok şey. Ayçiçeği tohumlarını bile ekti. Bulduğu birkaç çiçek fidanını da toprağa dikti. İşte ilk can suyunu verme zamanı gelmişti. Mevsim bitti. Kocası kucağında hediye paketleriyle, bir gece yarısı eve döndü.

Adam besmele çekerek kapıdan içeri girip kucağındaki paketleri yere bıraktığında, gözleri fincan gibi açıldı. “Gız Seher, bu muydu yaptığın gız, Allah eyiliğini versin, gözün kör olmasın emi, ne güzel etmişsin gız”diye bir sevindi, bir sevindi ki demeyin gitsin. “Ne akıllısın gız, kendine ne iyi bir uğraş bulmuşsun.”

Seher’in içi içine sığmıyordu. Adamı bir süzgeçli kova da alıp getirdi, armağan olsun diye. Bitkileri suluyor, elleriyle dip topraklarını severcesine ufalıyor, çiçeklerini sabırsızlıkla bekliyordu. Artık konu komşu, kimseye ihtiyacı yoktu onun. Alttaki İsveçli kadının afrası tafrası onun olsundu. Zaten uzun bir süredir ortalıkta görünmüyordu. Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı.

***

Guy Hulgren İsveçli bir coğrafya öğretmeniydi. Kış boyu biriktirdiği birkaç bin Kron ile yaz tatilinde dünyanın kendisi için ilginç olan her hangi bir ülkesine gider, hem gezer, görür, hem de mesleki araştırmalar yapardı. O ülkeye ait taşlar, yapraklar, özel materyaller toplardı. Yerel giysilerinden örnekler alır, coğrafyasını inceler, halkın yaşayışını inceler, bilgi, görgü sahibi olurdu. Tatil sonrası gördüklerini ders notları haline dönüştürürdü. Okul bu notları kitaplar halinde basardı. Az öğrencili İsveç sınıflarında öğrenciler onun kitaplarını, notlarını severek okurlardı. Dersini de zevkle dinlerlerdi. Kendi yazdıkları ve satın aldıklarından yıllardır biriktirdiği oldukça zengin bir kitaplığı vardı.

O sene Kenya’yı ziyaret etmiş, safariyi görmüş, farklı bilgiler edinmiş olarak eve dönmekteydi. Uçaktan indi. Bir aydır yuvasından ayrıydı. İlginç yerler görmüş, yaşamış, yorulmuştu. Alanda bıraktığı arabasıyla eve yaklaşırken evini nasıl da özlediğini düşünüyordu. Evi iyiydi de üst katta oturan yabancılar biraz tuhaftı. Tuhaf davranıyor, insana tuhaf tuhaf bakıyor, kurallardan habersiz görünüyorlardı. Mahallede insanlar birbirlerini pek tanımazdı da, bunlar adeta biz sizden farklıyız diye bas bas bağırıyorlardı. Adeta Kenya’da gördüğü cangıl insanları gibi, ormandaki kavimlerdeki yerliler gibi davranıyorlardı. Yabancılara bu ülkenin ihtiyacı vardı belki ama ya bu ülkenin düzeni? Herkes kendi ülkesinde güzeldi, ilginçti. Ama burada yabancılarla yaşamak insana huzursuzluk veriyordu. Her an bir şey olabilir gibi geliyordu insana. Ne yapacakları belli değildi.

Guy Hulgren apartmana girdiğinde tuhaf bir koku genzini yaktı. Kokuya karşı hassastı. Kenya’da bir yangında yanmış, yan yana yatan cesetlerin kokusu onu çok etkilemiş, kokuya, özellikle pis kokuya karşı bir duyarlılık oluşturmuştu. Merdivenleri çıktı. İkinci kattaki dairesinin kilidini açtı. Alt kattakiler yoktu herhalde. Posta kutularında bir sürü mektup, broşür dışarıya taşmıştı, kendi kutusuna bakarken görmüştü. İhtimal tatile yurt dışına çıkmışlardı. Panjurları kapalıydı. Kapıyı açar açmaz yüzüne yoğun bir rutubet kokusu çarptı. Evin içi loştu. Bir tuhaflık vardı. Hemen panjurları, pencereleri açtı. Aman Tanrım bütün tavan, duvarlar nem içindeydi. Yerlerde su birikintileri vardı. Bütün eşyalar ıslak ıslaktı, her tarafta rengarenk mantarlar. Kabus mu görüyordu. Suyu falan mı açık bırakmıştı. Ama bu mümkün değildi. Hiç böyle bir şey yaşamamıştı. Elektriği yakmak için uzandı, ceryan çarpabilir, kısa devre olur düşüncesiyle vazgeçti. Ev oturacak halde değildi. Odaları dolaştı. Her yer batmıştı.

Su tavandan geliyordu! Şu yabancılar ne yapıyorlardı?

Merdivenlerden yukarı koştu. Zili çaldı. İçeride bir ses vardı, ama kapıyı açmıyorlardı. Koştu dışarı çıktı. Üst kata seslendi. Pencerelerde su buharı vardı. Bir karartı fark etmişti ama cevap vermiyordu. Tekrar evine döndü telefona sarıldı. Neyse çalışıyordu. Acele apartman yöneticisini çağırdı. Bunlar birkaç apartmandan sorumlu profesyonel yöneticilerdi. On dakika sonra Guy Hulgren’in dairesindeydi. Evi gezdi. Suyun üst kattan geldiği aşikardı. Bu kadar rutubet olacak şey değildi. Evler çok sağlam yapılıyordu. Hemen hemen hiç rutubetlendiği görülmemişti. Hafif bir nem olsa bile hemen tedbir alınır, kiracılar bir iki gün otelde kalır, hasar giderilirdi. Evler sigortalıydı. Ancak bütün eşyalar batmıştı, kullanılacak gibi değildi.

Birlikte yine üst kata çıktılar. Zili çaldılar. İçerdekiler kapıyı açmıyordu. Seslendiler, cevap yoktu. Yönetici Belediye görevlilerini çağırmaları gerektiğini söyledi.

Belediye’den gelen iki kişiyle birlikte zabıt tutarak kapıyı açtırdılar. İnanılmaz bir şey. Olacak şey değil. Gördüklerine inanamadılar. İçerisi odalar, salon, bahçe haline getirilmişti. Yere topraklar dökülmüş, ekilmiş, bahçe yapılmıştı. Seher gelin yatak odası olarak kullandıkları arka odada büzülmüş, oturmuş, içeri girenlerin hırsız olduğunu düşünüyor, kendini gizlemeye çalışıyor, gözleri korkudan büyümüş, tir tir titriyordu. Kocası kim olursaolsun kapıyı açma diye tembihlemişti. Kapıyı çalanlara onun için cevap vermemişti. Ama işte bak, kapıyı açmış, içeri girmişlerdi. Dillerini anlamıyordu. Ne yapacak, nasıl koruyacaktı kendisini.

Belediye’den bir çevirmen çağırdılar. Aile dava edildi. Mala zarar vermekten amme davası açıldı. Kocası iş yerinden çağırıldı. Evden çıkarıldılar. Belediye’nin yabancılar için yaptığı lojmanlarda gözetim altında yaşamaya başladılar. İsveç’te kalacaklarsa vatandaşlık kursuna gitmeleri, buralarda nasıl yaşanacağını öğrenmeleri gerekiyordu.

Mahalle olan bitenle çalkalanıyor, yerel gazeteler günlerce onlardan bahsediyordu.

***

“Bunlar senin başının altından çıktı”diye adam karısını birkaç kez, bir güzel dövecek oldu ama ona müsaade etmediler. Resmi gözetimciler, kadına el kaldırmamanın burada yaşamanın bir gereği olduğunu, yoksa cezaevine gireceğini onun kafasına kazımaya çalıştılar.

Seher gelin bu olup bitenlere bir mana veremiyordu. Nasıl ayak uyduracaklar, nasıl yanlış yapmayacaklar, onu da bir türlü bilmiyordu. Gözetimcilerin her gün getirip gösterdiği gazetelerde kendi resimlerini görüyor, söylenenleri duyuyor, şaşırıyordu. Gazetelerde görünmekten gizli bir gurur duyar gibi olduğunu da pek belli etmemeye çalışıyordu. Rezil mi oldu, vezir mi oldu? Hem ne olmuş canım, memlekette de teraslarda bitki, zerzevat yetiştiriyor, kimse aldırış etmiyor, bir şey demiyordu. Burada olmazmış. Ne yapalım, kendi kusuru muydu cahillik? Bilmemekse, kendi kusuru muydu bilmemek? Okutmamışlardı, öğretmemişlerdi. Okula göndermişlerdi de, gitmemiş miydi?..

Ah İsveç... Ah Uppsala, ağzı kara... Ağzı kara Uppsala... Cahilliği bu güne dek böylesine başına kakılmamıştı. Ah Uppsala, ah!.. Ağzı kara Uppsala... Neler yazmış, neler söylemişti Uppsala gazeteleri?.. Kendini bu memlekette rezil etmişlerdi... Kötü şöhret sahibi kılmışlardı. Sanki bir sirk maymunu gibi onları görmeye geliyor insanlar. Gazetecilerin biri geliyor, biri gidiyor. Dilini, dinini anlamadığımın uşakları... Ah Uppsala, ağzı kara Uppsala, ah!..

***

Seher gelin İsveç’te yaşamayı elbet öğrendi. Ama bu mahcubiyeti, bu sıkılganlığı üstünden bir türlü atamadı. İsveç’te insan içine çıkmaya hep utandı.

Çocukları oldu İsveç’te. Geç gelen gürbüz çocuklar. Doğumdan önce de, sonra da iyi bakıldı İsveç hastanelerinde. Aradan yıllar su gibi geçti, çocuklar büyüdü, okudu, iş güç sahibi oldu. Anasını, babasını bile beğenmedi. Onların giyimini, kuşamını, yaşantısını değiştirdi. Torunları oldu sanki İsveç çocukları gibi Seher kadının. İyi evlerde oturdu, iyi yemekler yedi. Kaderi öylesine değişti.

İsveç’te hep sessizdi, hep utangaç. Ne zaman gülse utanır gibi, ağzını eliyle kapatırdı. Ama ne zaman ki memleketine, köyüne dönse başı dikleşir, cazgırlaşır, hiçbir şeyi beğenmez, her şeyi eleştirir olmuştu. İsveç şöyle, İsveç böyle, böbürlene böbürlene... Köyüne gelince diklenir, İsveç ezikliğinin acısını memleketlisinden çıkarmaya çalışırdı, Seher kadın.

DUL ÇALI

Mevsim yazdı. Gökyüzü derin mavi. Havada ekini dalgalandıran, buğdayı olduran rüzgar. Bu rüzgar olmasa Erzurum’un pek güz tanımayan, birdenbire kışa dönen sert ikliminde tahıl yetişmezdi. İki ay yaz, sonrası ayaz. Birdenbire bastırırdı kar mevsimi. Tarlalar bembeyaz örtülür, yollar kapanır, in cin kış uykusuna yatardı.

Burada en büyük mücadele karla kışla olan mücadeleydi. Kar altında kalmama mücadelesi, çığdan kaçma mücadelesi, yoldan karı kaldırma mücadelesi. Kış boyu uğraş, didin dur. Yakacak odunun, kömürün, tezeğin yoksa vay haline.

Mevsim yazdı. Çok şükür havada buğdayı çabuk olduran rüzgar vardı. Köylüye hayat veren esinti.

Erzurum’un bir “Örnek Köy’üne” düştü yolum. Varto depreminden sonra yıkılan köylerden biri Marshall yardımıyla dere kıyısına yeniden kurulmuştu. Sıra sıra bahçeli evler yapılmış. Her evin hayvanlarını barındıracağı küçük bir dam evlerin duvarlarına bitişik kurulmuş. Köylü bu damların çok küçük olduğundan kendilerine, hayvanlarına yetmediğinden yakınıyor. Köy meydanında bir camii, bir köy odası, bir okul, traktörlerin sıra sıra barınacakları bir park alanı, ilerde tarlalar, bir de köy kahvesi.

Köy kahvesine konuk olduğumuz minareden duyuruldu, bütün köyün erkekleri kalktı geldi, köy kahvesinde toplandı. Buyur ettiler, çaylar demlendi. Bir sini içinde acele yiyecek, has petek balı, saf tereyağı, keçi peyniri, buram buram tüten ev ekmeği getirildi evlerden derlenen, önümüze sunuldu. Konuk acıkmış gelir, önce karın doyuralım, tatlı yiyelim, tatlı konuşalım.

Ortada pek kadın görünmüyordu. “Kadınlar nerede”diye sordum. Onlar evindeymiş, evinden dışarı çıkmazmış. Kadınların evden çıkıp ortalıkta dolaşması hem ayıp, hem de günah. Erzurum’un köylerinde tarlada da kadın çalıştığı görülmezmiş.

TRT ekibi köylerine ilk kez gelmiş. Televizyon çekim yapacağı için heyecanlılar. Bize bir hürmet, bin iltifat. Dertleri çok, bir an önce anlatmak istiyorlar. Beni de devletin üst düzey bir yetkilisi olarak kabul ettikleri için yere göğe koyamıyorlar. Ne de olsa televizyona kimi çekip, kimi göstereceğime ben karar vereceğim.

Benim adım onlara göre Müdür Bey. Yıldız Hanım ama olsun gene de Müdür Bey. Müdür Bey şöyle, Müdür Bey böyle... Müdür değil, Müdire hanım değil, Müdür Bey. Müdür bey yetkililere verilen bir unvan. Yıldız hanım Müdür Bey. Müdür unvanına hanım kelimesi uymaz. Müdür ise eğer mutlak bey olacak.

Köyün derdi çok. Dedim, “Siz Örnek Köylüsünüz, her şeyiniz var. Elektriğiniz, suyunuz, tarlalarınız, ekenekleriniz var. Evleriniz, hayvanlarınızın damı, kerpiçten değil. Betondan, tuğladan, kiremitten. Sıvası, boyası yerinde. Caminiz, okulunuz mükemmel. Hala ne derdiniz var?”

Dediler, “tarlalar yeterli değil. Buralarda ürünün yetişmesi için iki ay vardır. Olur hemen toplarsın. Sonra kış başlar, ürün tarlada donar. Yollar kapanır. Yol yoktur, iş yoktur. Bir defa ürün veren tarlanın bereketi yoktur. Sular donar, elektrik jeneratörü arıza yapar. Yaptırmak için Belediye’den adam çağırırsın, gelemez. Bazen değiştireceği bir contadır. Yol açılırsa taksi tutar, gider adamı getirir, yaptırır, adamı götürür yerine teslim edersin. Yol kapandı mı açılana kadar elektrik de, su da kesilir. Hem susuz, hem de karanlıkta kalırsın. Yine kandil ışığına talim. Karı, buzu kırar ısıtır, içersin. Göründüğü gibi değil.”

“Peki”dedim, “burada bu kadar genç delikanlı var. Birkaç tanesi öğrensin nasıl yapıldığını. Basit bir şeydir, Belediyeden adam getirip, götürene kadar birkaç alet edevat bulundurursunuz, gençler de öğrenir, bu işi becerir. Hiç aklınıza gelmedi mi?”

“Biz bilemeyiz, Müdür Bey”dediler, “beceremeyiz, erbabı lazım.”

“Bir deneyin hele, biraz uğraşır siz de erbabı olursunuz. Bu gençler neler yapar, şaşar kalırsınız.”

Ne kendilerine, ne de gençlere, böyle elektrik gibi, jeneratör gibi basit de olsa teknik bilgi gerektiren işleri becerebilecekleri konusunda hiç itimatları yoktu. Onlar sadece tarla işinden anlar. Babalarından, onların da kendi babalarından öğrendikleri iş. Başka bir şeyin ellerinden gelmeyeceği inancındaydılar!

Çocuklar köy okulunda okurlardı. Öğrendiklerinden akılarında kalan bir okuma yazmadır biraz da alışveriş için para hesabı. Bir, iki, gerisi tilki! Ama hangisine bir şey okutsanız köy delikanlılarının, ya kem küm okur, ya da ne okuduğunu anlamaz. “Okuma yazma bilirden sayılır. Harfleri sıralamaktan utanır!”

Bir ara bacaklarımı dinlendirmek için ayağa kalktım. Çok uzun bir süre oturarak gelmiştik çünki. İleride derme çatma bir masanın üstünde gazeteler vardı. Gördüm ki hep aynı gazete. Kiminin raf ömrü aylar önce tükenmiş, kimi bir kaç haftalık. Hani şu dağıtılan gazetelerden biri. Şöyle bir kaç tanesine baktım, özellikle ilanlarına. Gazete o köylülerden hiç birini ilgilendirmeyecek ilanlarla doluydu. Hatta yiyecek, içecek kabilinden hiç birisini alacak bir köylü çıkmazdı. Hele bir tanesinde üç ayrı diş fırçasının reklamı vardı ki, bir tanesi motorlu. Köylere bir başka sebepten bedava gönderilmiş olmalıydılar. Bunları kimlerin okuduğunu sordum. Bir isim söylediler, orada yoktu. Şehre inmiş, zaten gazeteleri de o getirirmiş. Orta okuldan terk. Taze gazete gelince o okurmuş, iyice okurmuş. Sonra köyün erkan-ı harpleri, çarıklı erkan-ı harpleri, oradan memleketi idare ederlermiş. En çok ta okunan Tarık ile Şirin, Leyla ile Mecnun tefrikaları, bir de dini öğütler.

Ne günah, ne sevap, ne mekruh, cennet-cehennem, araf, ilm-i nücum, şeytanın aldatması, cinler, ecinniler. Kuran-ı Kerim’de her hangi bir değişiklik yapılamadığı için şeytanlığın nasıl surelerin, ayetlerin, hadislerin tefsirinde, mealen tercümelerinde olduğunu, oyunun nasıl oynandığını bildiğim için üstelemedim. Sadece gazetelerden, bunları okuyan kişinin Cuma’dan başka camide pek görülmediğini, daha da başka şeyler öğrendim. Demek ki her köye cehaleti yemleyecek bir cahil tayin edilmiş diye düşündüm.

Kahvede kağıt yoktu. Kahvede oyunlardaki sayıları tebeşirle yazmak için çerçeveli siyah tahta tabelalar kullanılıyordu. Okul yoktu, bakkal yoktu, mektup kağıdı almak için. Köyde kağıt yoktu. Yani evvelki günü, dünü herkes farklı farklı hatırlıyordu zahir. Maskot marka bir radyo, görüntüsü gelip giden bir televizyon, o da sadece TRT’yi çekiyordu. Onun için çok önemli bir Müdür Bey’dim ben! Biraz televizyon yayınlarını sordum. Hiç bir şeyi başından sonuna izleyememişlerdi ki... Kahvenin penceresinde çocuklar birer salkım, o bazı programlarda gördükleri “ben miyim” diye gözlerini dört açmış bakıyorlardı. Şundan bundan dertleşirken birisi uzun uzun bir hastasının, çok geçmiş zaman önce başına gelenleri anlatırken galiba adamın konuşması uzaklaştı, kelimeler soldu, anlamını kaybetmiş gibi oldu.

Gözlerim ilerideki ırmağın kıvrıla kıvrıla akışına daldı. Taşların, kayaların, çakılların arasından akan suyun sesi kulağıma ritmik tatlı bir melodi gibi geldi. Köylülerin dertli aciz mırıltılarını bastırdı sanki suyun sakin şıkırtısı.

Dere ile aramızda bir metre kadar taşları dökülmüş, harap, duvar gibi bir şey, bir set vardı. O setin arkasında birden ne olduğunu fark edemediğim toprak rengi bir karartı belirdi. Bükülmüş sanki yuvarlana tekerlene giden, arkasından da kendisinin birkaç misli büyüklükte bir ağaç dalını, üstüne koyduğu çalılarla sürükleyen bir şeydi bu. Bir hayvan mıydı? Hayvana da benzemiyordu. Neydi?

“Nedir şu karşıda dalı sürükleyen?”diye sordum köylülere.

“Ha, o mu?”dediler, hepsi birden sanki sözleşmiş gibi bakışlarını oradan uzaklaştırıp başlarını öteye, duvara doğru çevirdiler.

Ben daha dikkatli bakmaya, anlamaya çalışıyordum. Evet, evet yürüyüşünden yaşlıca olduğu anlaşılan bir kadındı o. Öne doğru iyice eğilmiş, toprak rengi harmanisini başınınüstünden ve sırtından aşağı doğru örtmüş, adeta iki büklüm olmuş, görünmemeye çalışarak kendi boyundan kat be kat büyük dalı sürüklemeye çalışıyordu.

“Bir kadın bu, yaşlı bir kadın, niye ona yardım etmiyorsunuz?”diye sordum.

Dediler “O dul Çalı bacıdır. Bizim burada kadına bakılmaz. Hele dulsa hiç bakılmaz. Erkeği ölmüş. Kimi kimsesi olmadığı için kendi işini kendisi görür. Biz onu gördük mü, görmemezlikten gelir, başımızı çeviririz. Sıkılmasın diye.”

“Bu köyün insanı o, üstelik kocamış bir kadın. Hiç yardım etmek aklınıza gelmedi mi?”

“Varıp yanına gitsek, Müdür bey, yanlış anlaşılır. Hem kendi başımız derde girer, hem onun başını derde sokarız. Günahtır. Bırakırız kendi halinde yaşasın. Evde kadınlarımız yardım eder. Ama dul kadın diye kimse fazla sokulsun istemez. Belki adı çıkar.”

Belli ki kadın için dul olmak ölmekten de beter doğu illerinde. Kadın olmak, dört duvar arasına sıkışmak bin beter. Dul olmak iki defa daha beter, kimi kimsesi olmamak...

Cehalet, eğitimden nasipsizlik Anadolu insanının yazgısı olabilir mi? Okuyan, eğitim görebilen kendini bir nebze kurtarıyor bu yazgıdan. Okumayan, okuma fırsatı bulamayan kendini iyiden iyiye kaderin, kör talihin eline teslim etmiş. Doğulu kadın yaşamını dört duvar arasında geçirmeye mahkum, bazen de itilmiş bir dul çalı olarak tek başına yaşama mücadelesi vererek ölümü bekleyecek. Herkesin görmezden gelerek başını öteye çevirdiği bir dul çalı.

FINDIK FARESİ

Sehpanın üstünde mumlar yanıyordu. Hafif kıpırtılarla dalgalanan mum ışığının değişken karartılarında kah beliren kah gölgelenen yağlıboya tablolar bırakılmıştı, odanın dört yanına. Duvara, kanepenin üstüne dayanmış, küçük sehpanın, masanın üstüne gelişigüzel bırakılmış yağlıboya tablolar. Az ışık veren bir abajur, müzik setinden yayılan bir Hollanda pop sanatçısının yalın ve yumuşak sesi odaya biraz modern, biraz genç biraz duygusal bir hava veriyordu.

Aylin sehpanın yanında yer minderine oturmuş, dirseğini sehpaya, başını ellerine dayamış, biraz bozuk Türkçesi ile anlatıyor, anlatıyordu...

***

Aylin Amsterdam’da doğmuştu. Anası babası işçi ailesi olarak çok eskiden gelip yerleşmişti. Babası teknisyendi. Annesi bir süre fabrikalarda çalışmış, sonra küçük bir iş kazası geçirmiş, bir parmağını kaybetmişti. O gün bu gündür evde oturuyor, sosyal yardım alıyor.

Aylin’in babası sert bir adam. Sertlik Anadolu erkeğinin kanında var sanki. Evinde eşine, çocuğuna karşı sık sık terör estirmek sanki erkekliğin şanından. Annesi olağan buluyor kocasının bu davranışlarını. Aylin’in küçüklüğünde yediği dayağın hesabı yok. Bıkmış, bezmiş baba dayağından.

Ondört, onbeş yaşlarına gelince bir gün okula gelen sosyal hizmet görevlisine ağlayarak babasını şikayet ediyor. Bir araştırma, bir soruşturma, anne kocası ceza almasın diye onun kendisini ve kızını dövdüğünü reddediyor ama konu komşu Aylin’i destekliyor, söylediklerini tasdik ediyor. Devlet hemen Aylin’i ailesinden ayırıyor ve bir yurda yerleştiriyor. Okulu değiştiriliyor. Kaldığı yer ailesinden gizleniyor.

Aylin bu gelişmeden ürküyor. Ne yapacağını kendisini nasıl bir hayatın beklediğini bilmiyor. Yurtta kendi yaş grubundan kızların hepsi yabancı, çoğu da problemli. Birçok kötü alışkanlıkları var. Korkuyor. Ama psikologlar, sosyal hizmet görevlileri, öğretmenler ona korkmaması gerektiğini, devletin kendisine bir yer tahsis edeceğini, maaş bağlayacağını, eğitimine devam edebileceğini, bir sıkıntısı olursa kendilerini arayabileceğini söylüyorlar. Onu rahatlatıyorlar.

Hollanda’da hiç kimse bir çocuğu, kendi çocuğu olsa bile dövemez. Kimse kimseye şiddet uygulayamaz. Bir fiske bile vuramaz. Çocuğunu döven anne baba hem cezalandırılır, hem de çocuğu ilelebet elinden alınır. O çocuğun yaşamından artık devlet sorumludur.

Bir süre yalnızlık çektikten sonra Aylin kendisi durumunda olan, anlaşabileceği bir çok gençle de tanışmak imkanı buluyor. Zamanla kendi başına yaşamak zevkli bir hale gelmeye başlıyor.

Aradan uzun bir süre geçtikten sonra annesiyle buluşması temin ediliyor. Bir sosyal hizmet bürosunda yapılan toplantıda anne ağlaya ağlaya kızına sarılıyor. “Neden yaptın kızım, neden bizi ele güne rezil ettin, babandır, hem severi hem döver”diye hıçkırıklara boğuluyor. Aylin’de ağlıyor. Fakat sosyal hizmet görevlileri Aylin’in doğru yaptığını, modern bir insan gibi davrandığını, aile içinde dayağın hiçbir şekilde toplumda kabul edilemeyeceğini anneye anlatmaya çalışıyorlar. Aylin babasının çok kızdığını ve kendisini reddettiğini öğreniyor. Zaman zaman buluşmak üzere söz verip ayrılıyorlar.

Bu duygu fırtınası birkaç gün Aylin’i etkiliyor. Ancak zamanla bu etkiden kurtulup yine kendi hayatını kendi başına yaşamaya koyuluyor.

Aylin onaltı yaşını bitirince artık okuldan ayrılıyor. Zorunlu eğitim yaşının sonuna geldiği için daha fazla okumak istemiyor. Birkaç iş deneyiminden sonra canının pek çalışmak ta istemediğini fark ediyor. Sosyal yardım almaya devam ediyor. Bir süre resim kursuna gidiyor. Yağlı boya resimler yapıyor. Zamanını böyle geçiriyor.

“İlerisi için ne düşünüyorsun”diye sordum.

“Hiçbir şey”dedi, “Bir amaçsızlık var hayatımda. Öylesine yaşayıp gidiyorum. Ne yapacağımı, ne yapmak istediğimi bilmiyorum.”Bir sigara çıkardı, yaktı, dumanını derin derin içine çekti. Üfledi. “Bilmiyorum”dedi, “Niçin yaşadığımı bilmiyorum.”

“Aileni hiç özlemiyor musun”diye sordum. “Bazen annemin sıcaklığına ihtiyaç duyuyorum. Babamı da özlediğim oluyor. O kadar kötü bir adam değildi. Sanıyorum, döverek insanın terbiye edileceğini zannederdi. O da babasından öyle görmüş. Ama artık dönemem, onları kendime yabancı gibi hissediyorum. Zaten beni reddetmiş.”

“Belki dönsen, yüzyüze gelince seni kabul eder.”

“Belki, ama cesaretim yok. Kendimi hazır hissetmiyorum. Belki daha sonraki yıllarda.”

“Sosyal hizmet görevlileri bu konuda sana her hangi bir öneride bulunmadılar mı?”

“Hayır. Çünkü dayak hadisesi bir değil, bir çok defa olduğu için babamı benim için tehlikeli buluyorlar.”

“Fakat dikkat edersen, ailelerinden ayrılan çocuklar, ister sağlıklı olsun ister sağlıksız, uyuşturucu kullananlar, cinsel istismara alışmış çocuklar, çocuk yankesiciler ile aynı yurtta tutuluyorlar. Bu yanlış değil mi sence? Ya sen de onlar gibi olsaydın? Birlikte yaşarken sen de alışabilirdin. Aile ortamı daha korunmuş bir ortam değil mi sence? Aile zorunlu eğitime tutulabilirdi, dayaksız terbiyenin de olabileceği öğretilebilirdi.”

“Bilmiyorum. Ben de bazen düşünmüyor değilim. Ben de birkaç defa uyuşturucu denemek istedim. Ama yapmadım. Onlar gibi olmadım. Aile içinde yaşayanlardan da kötü alışkanlıklara kapılanlar var. Biz burada biraz da kendimizi kontrol etmeyi öğreniyoruz. Ama kimimiz başarıyor, kimimiz başaramıyor.”

“Türkiye’ye hiç gittin mi?”

“Çocukluğumda gitmiştim, bir kere. Köyde akrabalarımız vardı. Kuzular, koyunlar vardı. Hayatları fakirdi ama güzeldi.”

“Yeniden gitmeyi istemez misin? Belki Türkiye’de yaşamayı istersin.”

“Bunu da birçok defa düşündüm. Ama ne yapabilirim ki? Kendimi Türkiye’ye o kadar yabancı hissediyorum ki... Ama burada da yabancıyım. Yalnızım... Hollandalı arkadaşlarım da beni kendilerinden ayrı tutuyorlar. Kısaca ben ne oralıyım, ne de buralıyım. Hiçbir yere tam manasıyla ait değilim. Artık aileme bile ait değilim. Ailem de bana ait değil. Kendimi dışlanmış gibi hissediyorum. Bu yalnızlığımı nasıl giderebileceğimi de bilmiyorum. Belki birkaç yıl sonra kendi ailemi kurabilirsem. Çocukluk yıllarını bu şekilde yaşamak pek güven verici değil. Maddi açıdan destekleniyorsun, ama ruhen büyük bir boşluk içindesin. Resim yapmasam belki uyuşturucuya yönelirdim. Ama resim de çerçeve, tuval, boyalar o kadar. Kim satın alacak ki?. Hayatın suyuna kendimi bıraktım, işte öylesine akıp gidiyorum.

İçimden gece yarısı sokakta ansızın avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum, bütün şehirde yankılansın. BEN KÜÇÜCÜK BİR FINDIK FARESİYİM. KOSKOCA DAĞLARA KAFA TUTAMAM Kİ!..”

***

Aylin. Amsterdam’da tek başına. Yağlıboya resimler yapan, boya kokuları arasında ne olacağını bilemeden yaşayan bir kız. Hollanda’ya yabancı, anavatanına yabancı, ailesine yabancı, yapayalnız bir genç kız. Aylin.

Aylin’i hatırladıkça bir şiir dilime dolanıp duruyor. Yazarını bilmiyorum, nasıl bildiğimi bilmiyorum. Aylin’le ne ilişkisi var, çıkaramıyorum.

“Dünyanın bir yerinde  gülen birisi

 Benim için gülüyor, bana gülüyor.

 Dünyanın bir yerinde ağlayan birisi

 Bana ağlıyor, benim için ağlıyor!”

Aylin yüreğimde tomurcuklanan kan. Ah Amsterdam, Amsterdam!..

SEVGİ

Çocuk sekiz yaşlarındaydı. Kocaman iri siyah gözleri yüzünü kaplayan siyah kıvırcık perçeminin ardından endişeli bir merakla bakıyordu. Birden göz göze geldik. Kültürpark’ta tartan yürüme yolunun kenarında, bir çalının arkasına gözden ırak serdiği eski küçük bir battaniyenin üstünde yatıyordu. Sabah saatin yedisi. Kız çocuk vahşi bir hayvan gibi hızla toparlandı. Fakat sanki ışığa yakalanmışçasına dondu, kıpırdayamadı. Yanında birlikte yattıklarını zannettiğim bir genç onyedi yaşlarında,  bir de bir erkek çocuk, kızla aynı yaşlarda, çalının gölgesinden fırlayıp hızla koşarak kaçtılar. Kız gözlerime bakarak kalakaldı. Ne yapması gerektiğini bilemedi. Ürkütmeden usulca yanına yanaştım. Gözlerinin içine bakmaya devam ederek yanına yere toprağın üstüne dizlerimi koydum.

“Evin yok mu senin?” diye sordum.

“Yok” dedi usulca.

“Yanındakiler kimdi” dedim.

“Arkadaşlarım” dedi kısık ve kesik kesik çıkan sesiyle. Kaçmadı. Yüzüme bakmaya devam etti. Benden bir zarar gelmeyeceğini hissetmiş olmalı.

“Ailen yok mu?” diyerek konuşmayı sürdürmek istedim.

“Var” dedi. “Annem var, ama onu pek görmem. Bir de...” bir ıslık sesi duyuldu, cümlesini tamamlamadan sustu. Sesin geldiği tarafa baktı. Az önce beraber olduğu bizi görünce kaçan arkadaşlarının gittiği yöne dönüp baktı. Oradaydılar. Ağaçların arkasına yarı gizlenip oraya doğru kaçması için işaret ediyorlardı. Küçük kızı omuzunu silkti, gitmedi, bana döndü ve “bir de babaannem var” dedi. 

“Baban” diye sordum.

Derin bir sessizlikten sonra, “Babam” dedi, yine kısık kesik kesik sesiyle, “ Babam öldü. Trafik kazasında, şofördü.” Gözlerini yere indirdi. Sustu.

Ben de sustum. Sonra daha yumuşak bir sesle sordum. “Annenle niçin beraber kalmıyorsun?” 

Gözlerini yerden kaldırdı, yüzüme baktı. Dudakları kıpırdadı. Sonra gözlerini yine yere çevirdi. “O pavyonda çalışıyor. Ne zaman geleceği belli olmaz. Beni babaannem yanına almıştı. O çok yaşlı. Hasta. Evden kaçtım ben.” 

İkimiz yerde oturmaya devam ediyorduk. Aramızdaki sohbet uzadı, uzadı. Kızın adı Sevgi. Evden birkaç kez kaçmış, geri dönmüş, tekrar kaçmış. Sokakta yaşayan çocuklarla arkadaş olmuş. Köprüaltı çocuklarıyla. İçlerinde en küçükleri Sevgi, üstelik tek kız. Bazen on, onbeş tanesi bir araya geliyorlar. Genç irisi büyük oğlan onları dilendiriyor, yankesicilik yaptırıyor, hırsızlık, paralarına el koyuyor. Yiyecek alıp karınlarını doyuruyor. Gerisini kendisine alıyor. Onları diğer sokak çetelerinden koruyormuş. Gece nerede uygun bir yer bulurlarsa orada yatıyorlar. Yazın parklarda, çalı aralarında, kışın apartman altlarında, tren yolu kuytularında, metruk evlerde, nerede yer bulurlarsa. 

Sevgi bir kaç kez görevlilere yakalanmış, yaşı küçük olduğu için kimsesiz çocuklar yurduna götürülmüş. Orası sıcak, karnı doyuyor, okula gidebiliyor, yatağı da var. Fakat Sevgi disipline gelemiyor, birkaç gün zor duruyor, fırsatını bulup kaçıyor. Sokaklarda yaşamaya alışmış. Sokak yaşamı zor. Soğukta kir içinde yaşarsın, karnın yarı aç, yarı tok. Dayak ta var. Tacizlerde. Ama Sevgi alışmış.  Kötü sözler öğrenmiş. Küfürbaz olmuş. Sigara da içiyor, içkide. 

Babaannesi Sümbül Hanım yaşlı, hasta, tek göz bir evde oturuyor. Gelinini hiç görmüyor. Gelin pavyonda çalışıyor. Kızını atmış başından. . Tek oğlunu kaybettikten sonra torun başına kalmış. Torununu güç bela bu yaşa kadar getirmiş ama “Ne çektiğimi bir ben, bir de Allah bilir.” diyor. Sevgi ile başa çıkamamış. Kız evden kaçıyor. Her türlü belaya bulaşıyor, getiriyorlar tekrar kaçıyor. Onu özgürlük kabul ediyor. “Sigarası, içkisi başka şeyler de yapıyor mu bilmiyorum, yapar zahir” diyor. “Zaten eve geldi mi dişe gelir ne varsa, üç beş kuruş para, satacak bir iki küçük eşya alır götürür. Ben zaten yokluk içinde çaresiz bir kadınım. Bununla ben nasıl başa çıkarım” diyor.

Babaanne Sümbül Hanım gençliğinde güzel, alımlı bir kızmış. Gecekonduda otururlarmış. İnşaat işçisi Abdullah onu görmüş çok beğenmiş. Sümbül Hanım’ın da ona gönlü kaymış. Annesi babası vermeyince kaçıp evlenmişler. Birbirlerini çok sevmişler. Abdullah çalışkan adammış. Becerikli azimli adammış. Kısa bir süre sonra amelelikten ustalığa terfi etmiş. Çok çalışmış. Karısına iyi bakmış. Başlarını sokacak bir evleri olmuş. Karınları doymuş. Ama saadetlerini uzun süre bir arada oldukları halde, bir çocuklarının olmayışı gölgeliyormuş. 

Kaynanası kusurun Sümbül’de olduğunu düşünüyor Sümbül’e surat edip duruyormuş. Oğlunu sık sık bir kenara çekip, “Bırak artık bu zürriyetsiz kadını, başından at. Sana kadın mı yok. Çalışkansın. Kazanıyorsun, yeniden evlenirsin. Hem kendini evlatsız, hem de beni torunsuz bırakma” diye başının etini yiyormuş. “Olmaz anne” diyormuş Abdullah, “O benim eşim, seviyorum Sümbül’ü, üstüne başka gül koklamam” diyerek annesine karşı çıkıyormuş.

Abdullah Sümbül’ü doktor doktor dolaştırmış. Ne deniyorsa yapmış. On yıla yakın bir zaman geçmiş çocukları olmamış. Dualar, falcılar, doktorlar, hacılar, hocalar, kocakarı ilaçları, hacamatlar, sülükler gitmedik yer kalmamış. Ümitleri iyice sönmüş, yıllar geçmiş, bir mucize gerçekleşmiş. Sümbül hamile olduğunu öğrenmiş. Evlendikten on yıl sonra nur topu gibi bir oğulları olmuş. Agu gugu sesleriyle evleri şenlenmiş. Adını Hasan koymuşlar.

Hasan büyümüş. Tek evlat olduğu için şımartılmış. Biraz yaramazmış. Okulu falan pek sevmemiş. Ortayı zar zor bitirmiş. Arabaları seviyor diye onu şoför yapmışlar. O yaz Abdullah Usta çalıştığı inşaattan düşerek, beyin kanaması geçirmiş. Felç olup yatalak olmuş. Çalışması mümkün değilmiş. Sümbül kocasının tedavi masrafları için evlerini satmış ama sevdiği adam bir kaç ay sonra ölmüş. Kendi acısına yanarken, bakmış ki gözünün nuru Hasan bir kıza aşık, yanıp tutuşuyor. Kızı pek gözü tutmamış ama oğlan eridikçe eriyor. Evin parasının bir kısmıyla da oğlunu istediği kızla evlendirmiş. Kendine de bir oda bulmuş, oraya taşınmış. Tek göz odada yaşamaya başlamış.

Hasan’ın karısının adı Ayten. Hasan’ın bu kadından bir kızı olmuş. Adını Sevgi koymuşlar. Sümbül Hanım tek göz ağrısı bir tanecik oğlu iyi olsun da içinde bulunduğu durumdan hiç yakınmıyormuş. Yaşlılık, yalnızlık, yokluk ile yaşadığı tek göz evinde hayatını sürdürmeye razı.  Yeter ki oğulcuğu mutlu olsun. Eh analık işte...

Hasan yağmurda, çamurda, sıcakta, hastalıkta bütün gün arabanın üstünde şoförlük yapıyor, karısına, çocuğuna el bebek gül bebek bakıyormuş. 

Sevgi 5 yaşına girerken, yaşgünü, Hasan uzun yoldan eve dönerken, Sevgi’sine kavuşmak için, biraz süratliymiş galiba. O gün afet yağmur varmış. Çamurlu yolda araba kayıyor, dönüyor, karşıdan gelen bir araba Hasan’a yandan vuruyor, sürüklüyor, derken ters yönden gelen bir araba daha zincirleme kaza. Hasan olay yerinde ölüyor. Araba hurdahaş.

Sümbül Hanım kaza ve ölüm haberini alınca gözleri kararıyor, düşüp bayılıyor. Hastaneye kaldırılıyor. Kendine gelmesi aylar alıyor. Biricik evladının ölümü bütün hayatını karartıyor.

Hasan’ın hanımı Ayten göz yaşları arasında kaderine, yıkılan yuvasına, bozulan dünyasına kahırlar ediyor. Ağlamak üzülmekle günler, aylar geçiyor. Hasan’ın bir kenarda duran biraz parası suyunu çekiyor. Ayten’in kendine ve kızına bakmak için bir çare bulması lazım. Elde avuçta daha fazla bir şey yok. İş arıyor, bulamıyor. Eğitimi yok, mesleği yok. Anne yok. Baba yok. Kardeş yok. Çocuğu kaynanasına bırakıp, fabrikaları, is yerlerini dolaşıyor. Yok, yok, yok. Aylarca çaresiz dolaşıyor. Derken bir adam çıkıyor karşısına. Ona güzel olduğunu, kendisinden hoşlandığını, para kazanabileceğini, isterse güzel bir yaşamının olabileceğini söylüyor. Ona iltifatlar yağdırıp, hediyeler alıyor, yemeklere götürüyor. Dul Ayten içkiye, hap map derken uyuşturucuya alışmaya başlıyor. Adam pavyon sahibi. Ayten iş olsun, karnı doysun da her şeye razı. Adam Ayten’i pavyona götürüyor. Ayten orada çalışmaya başlıyor. Eline para geçiyor, güzel elbiseler de alıyor ama burada kızına yer yok. Ayten adamın evinde. Kızını babaannesinin yanına bırakıyor, bir daha ne arıyor, ne soruyor. Sanki varlığını bile unutuyor. Sevgi de annesini hiç aramıyor. Sevgi karalara bürünmüş babaannesini de hiç istemiyor. Babaanne ağır şeker hastası, sık sık kriz geçiriyor.

Babaanne, evin işleri, yoksulluk, çaresizlik bu zayıf bedene çok ağır geliyor. Bir ara annesine sığınmak istiyor. Bir kadına annesini soruyor, oysa sorduğu kadın Ayten, annesi... Ayten ona biraz para veriyor, “Bir daha gelme” diye uzaklaştırıyor. Ve Sevgi’nin içinden son bir bağ, büyük bir sızıyla kopuyor. Eve dönmüyor.

Hiç kimsenin sevmediği Sevgi sekiz yaşında bir çocuk. Şimdi nerededir, kaç yaşındadır? İhtimal başında bir taş bile olmayan toprağın altındadır...

 

CENNETTE KADINA YER VAR MI Kİ?..

Ege’nin denize yakın güzel bir dağ köyünde yaşıyor Kezban. Bir Yörük köyü. Kadınları güzel. Pembe yanaklı, kırmızı dudaklı. Gözlerinde zeka pırıltıları. Çalışkan. Kezban sarı saçlı, mavi gözlü ya, esmer, buğday tenli yörük kadınlarına benzemiyor. Köyde lâlanıyorlar onunla, şakalaşıyorlar hani, “gız seni anan muhacirlerden mi satın aldı?”

Köyün kadını toplu halde zeytin toplamaya gider güz sonu. Toplama işi aylar sürer. Köyün erkeklerinden toplayıcılık işini üstlenenler kadınları toplar, bindirir traktöre, zeytinliklere götürür. Ege köyleri dağ taş zeytinliktir. Kimi varlıklı insanlar çevreden dönüm dönüm zeytinlik almışlardır. Zeytinler dökülmeye başlayınca önce dip toplaması yaparlar yağlık. Yemelik yeşil zeytin de toplarlar. Yeşilken de yağ çıkar zeytinlerden. Hem de yeşil renkli erken yağ çok sağlıklı olur.  Aralık, Ocak aylarına doğru yeşil zeytinler siyahlaşır. Güz yağmurlarıyla birlikte daneler iyice yağ dolar. Çuval çuval toplanır. Traktörlerle kontinülere taşınır. İşte bu çuvallar dolusu zeytinler birer birer ellerinden geçer zeytin toplamaya giden köy kadınının.

Yaz gelince deniz kenarında tatil sitelerindeki yazlık evler dolmaya başlar. Yazlıklarına gelir ev sahipleri. O zaman köyün kadınlarının bir kısmı sabah saatlerinde çalışmaya gelenlerin traktörlerine doluşur. Sitelere dağılırlar. Evler temizlenecek. Bahçeler düzenlenecek. Yabani otlar toplanıp, çapalanacak, çiçeklendirilecek. Para kazanacaklar. Çoluğuna, çocuğuna, evine katkıda bulunacak. Bir ömür boyu çalışırlar, yaz güneşinin altında, kış soğuğunda. Ne var ki hiç birisinin sosyal güvencesi yok.

Yazlık siteler sahil köylerinin Paris’i. Sadece kadınlar mı, köyün erkekleri de iyi iş yapar yazlık sitelerde. Kimisi site yönetimlerinde, kooperatiflerde sigortalı sürekli işçi olarak vardiyalı çalışır. Kimisi bahçelerde dikim, budama işlerini yapar. Kimisi inşaat işlerinde çalışır. Kimi market işletir.  

Kezban bir yaz günü sabahın esselatında kalktı. Önce gitti ahırı temizledi, hayvanları yemledi, sonra uzakta köyün meydanındaki çeşmeye gitti, sıraya girdi, iki bidon su doldurdu, zar zor getirdi, hayvanların sulağına döktü. Hiç nefeslenmeden yine çeşmeye geri döndü, yine sıraya girdi, bu sefer sırada kişi fazlaydı. Sabah giden traktörleri kaçırırsa, aşağı inemeyecekti. Hemen sıra başına gitti, elindeki iki boş bidonla, “Tövbe olsun doldurmayacağım, herif elini yüzünü yıkayacak, taratlanmak için, izin verir misiniz, çeyrek bidoncuk?” Sıradaki kadınlar hiç bir şey demediler, taş gibi baktılar öyle. Kezban hemencecik bidonu musluğun altına koydu, çeyrek bidonu bilem doldurmadı, vallahi. Koştu traktöre yetişti.

Akşamüzeri, çalıştığı evde, yorulup ta bir çay molası verdiği sırada, derin bir offffff ciğerlerinden çıkıverdi. 

İrkildi evin hanımı. “N’oldu” diye sordu. “ Derin bir offf çektin?”

Dert sorulur mu Anadolu kadınına. Dert her yerde, her zaman var.

“Hayatımı dedi” Kezban şekeri karıştırırken. “Hayatımı geçirdim içimden. İçime akanları. Hiç bitmeyen acılı yazgımı düşündüm.”

“Çalışıyorsun, sağlıklısın, iyisin, hoşsun. Nedir seni bu sıkıntıya boğan” diye sordu kadın gülümseyerek. 

Kezban dumanı tüten çayından bir yudum alarak dillendirmeye başladı hayatını. Susup ta adeta nefes almadan ahhhh’lar döküldü dudaklarından. Ahhh çektikçe ahhhh çekti.

Küçücük yığma taştan yapılmış bir evde oturuyor Kezban. Kadın kocasından dertli. Evlendiği zaman adam iyiymiş, birlikte çalışmışlar. Kezban daha çok çalışıyor, daha çok para getiriyormuş eve. Birlikte çalışınca dirlik olur. Tutumlu kadın biraz para da biriktirmiş. Altınlar almış kollarına yaşlılıkta geleceğini garantilemek için. 

Bir zaman böyle geçmiş. Çocuklar doğmuş,  okuma çağına gelmiş. Kezban çocukları anasına bırakıp deliler gibi çalışmış. Çalışmış ama adamı gün geçtikçe daha zor çalışmaya başlamış. İş beğenmezmiş. Sırtı ağrıyor, beli ağrıyor, işten kaçmaya başlamış. Bir arabaları olsa taksi şoförlüğü yapmak hayalleri kurarmış. Derken uzun kış geceleri arkadaşlarıyla buluşup birinin evinde toplanıp, iyice sarhoş olana kadar içmeye başlamış. Rakı bardakta durduğu gibi durur mu? Gece geç saatte naralar atarak eve gelir, kadını yataktan kaldırır, çorba ister. Ona kabahat, buna kabahat kadını evire çevire dövermiş. Kadın ağlar, karşı çıkar, ama gücü sarhoş adama yetmezmiş. Bazen korkuyla ağlayan çocukları da dayaktan nasibini alırlarmış. Kadın acar ama eli kalkmaz, gücü yeter de, eli kalkmaz, içkinin delirttiği kocasına.

Sabah Kezban yüzü gözü mosmor, vücudu ağrılar içinde kalkar işe gidermiş. 

Bir gün eve içki arkadaşlarını getirmiş. Bugün burada içeceğiz. Bize hizmet et. Yemek hazırla, içki getir diye kükremiş adam. Bu kadarı da fazla. “Bunu bana yapamazsın, burası meyhane değil. Git nerede içersen iç. Ne utanmaz adamsın sen” diye bağırmış, çağırmış, haykırmış. Adamın hakaretlerinden, tekmelerinden, tokatlarından utanmış, elalemin önünde, kaçmış gitmiş anasının evine. 

Aradan bir kaç gün geçmiş. Kocası kapılarda yalvar yakar. Af diliyor. Ne yapsın. Bağrına taş basıp dönmüş evine. Zaten anası da, “Hadi kızım, kadının yeri kocasının yanıdır. Çocukların var. Anasız babasız koyma onları. Bak adam çağırıyor seni. Erkek adam, içer de,  döver de, seni seviyor” diye baskı yapmışlar evine dönmesi için. Çaresiz evine dönmüş evine, çocuklarına. Ne yapsın anne babada başından attıktan sonra.

Dönmüş evine ama pek ümidi yok. Demiş kendimi sosyal güvenceye sokayım, bu adama güvenirim kocayınca. Köyde kadınlar arasında böyle bir alışkanlık yokmuş. Kadınların hiçbirisi sigortalı değil. Kocasının sigortası varsa ondan yararlanıyor. Yoksa hali perişan. İlçeye gitmiş yetkililerden sormuş, ne yapacağını öğrenmiş. Kendini sosyal güvence kapsamına aldırtmış. “Her ay kazancımın bir kısmını öderim, perişan olmam” diye düşünüyormuş. “Nasıl olsa kimseden bir hayır yok.”

Köye gelmiş. İçi sevinçten, heyecandan pır pır ediyor. Herif’e bir şey söylememiş. Ama yakın arkadaşlarıyla paylaşmış yaptığını. Anasına da söylemiş. “Ne yaptın kız” demiş anası. “Bunca yıl her ay nasıl ödeyeceksin bu parayı. Her ay kazanacak mısın? Aptal mısın sen. Böyle bir şey olsa her kes yapar. Bir tek akıllı sen misin?” diye burun kıvırmış. “Salak bu kız” diye orada burada anlatmış. Oğluna, Kezban’ın abisine de söylemiş, “Bu kız kendi başına işler çeviriyor” diye.

Abisi işe yaramazın teki. Onunkinin öz be öz rakı arkadaşı. Birlikte sarhoş olup, gece yarısı naralarla köyü ayağa kaldıranlardan. 

Hemen gitmiş yetiştirmiş Kezban’ın kocasına. “Bak” demiş, “Kezban senin arkandan iş çeviriyor. Kendini sigortalamış. Yaşlanınca maaş alacak sana da mümenneatı olmayacak, bir tekme atacak, dönüp yüzüne bile bakmayacak. Bu nasıl kadın, nerde görülmüş kadın kısmı kendini sigortalayacak. Moderen avrat!  Diline bak, diline. Nasıl da dil kıvırıyo, haspa, sanki İstanbullu. Hele duyan olursa, çorap söküğü misali bütün köyün kadınlarını zapt edebilirsen, zapt et.” diye içki masasında işlemiş te işlemiş,  Kezban’a karşı kışkırtmış kocasını. Kezban ya kendi karısına da kötü örnek olursa. Ya köyün kadınları ondan görüp sosyal güvenceye girerse kimse koca lafı dinlemez diye hop oturup hop kalkıyormuş. Kendi ağabeyi, kendi öz ağabeyi Kezban’ın, o gece işlemiş işlemiş, eniştesini salmış Kezban’ın üzerine.

Adam yine sarhoş eve bir hışımla gelmiş gece yarısı. Ne yaptın sen. Bana sormadan arkamdan iş çevirdin. Kendi öz ağabeyin bile bana “Sen ne biçim erkeksin, bir kadına söz geçiremiyorsun dedi” diye vermiş veriştirmiş. Kafasını, gözünü şişirmiş Kezban’ın. “Yarın gideceksin, vazgeçtim diyeceksin, para ney yatırdıysan, parayı geri alacaksın!”

Yine içki, yine dayak. Her şey eski tas, eski hamam. İki, üç gün düşünmüş Kezban. Bir böyle, iki böyle bakmış olacak gibi değil. Çıkarmış yaşlılık garantisi diye koluna dizdiği bilezikleri, bir miktar da 

 bir kenara sakladığından, önüne koymuş kocasının, “Madem öyle, al bunları, git araba al. Şoförlük mü yapacaksın. Yeter ki çalış. Erkeksen evine bak. Bırak bu zıkkımı. Hayatımızı karartma. Benimle uğraşmayı da bırak. Bundan sonra, içki yok, dayak yok. Yoksa bırakırım seni, ne halin varsa görürsün. Anamın yanına da gitmem. Dünyanın öbür ucuna giderim. Ben çalıştıktan sonra nasılsa bir lokma ekmek bulur kendimi geçindiririm. Bir daha beni bulamazsın” demiş. Adam bir mutlu, bir mutlu, sevincinden göklere uçacak. Sevmiş, sarmış Kezban’ı, öpücüklere boğmuş. Ne yapsın Kezban? Paralar, altınlar gitti ama Kezban yine de mutlu. Belki adam düzelir, sevdiği işi yaparsa, içki içmez, evine bakar. Biraz rahat ederim diye düşünmüş.

Adam bir kaç gün içinde bir araba çekmiş altına, taksi plakası almak için de bir tarlayı satmışlar, Kuşadası’nda taksi şoförlüğüne başlamış. Kısa zamanda alışmış. Her şey çok güzel gidiyor. Evde ortalık süt liman. Biraz para da getiriyor, bırakıyor Kezban’ın avucuna. Çok değil ama olsun, akmazsa da damlar. Kezban hala deliler gibi çalışıyor. Aylar geçiyor. Kezban’ın kocası sabah çıkıyor köyden, Kuşadası’na gidiyor. Gece yarısı geç saatlerde eve dönüyor. Bir kaç ay daha geçiyor. Bazı günler çalışıyorum diye eve gelmiyor. Arabası altında kah geliyor, kah gelmiyor. Ama gelen fazla bir para yok. Hatta eve bıraktığı para gün geçtikçe azalıyor. Şüphelenmeye başlıyor Kezban. Merak ediyor. Çalışmadığı bir gün adaya gidiyor. Kocasının çalıştığı taksi durağına. Bakıyor kocası orada yok. “İştedir” diyor, kimseye belli etmeden bekliyor. Saatler geçiyor. Adam da taksi de yok. Köyden yeni gelen bir tanıdık gibi, taksi durağındaki şoförlere soruyor. “Evdedir” diyorlar. “Evi nerde, köyden biraz azık gönderdiler, götürem bari” diyor. “Uzak değil, şu ilerdeki sokağın sonundaki son ev, sağdaki” diyorlar.

Kezban neye uğradığını şaşırıyor. Bir kaç komşu ile konuşuyor, “Karısı pek çıkmaz, çocukları da olmamış, iyi adamdır, evine erken gelir, zararları yoktur!” diyorlar. Adam bir dost tutmuş, ona bir ev kiralamış, onunla yaşıyor. Kezban’ın kendi emeği, kendi altınları, tarlasının parasıyla aldığı taksinin kazancı ile!.. Dünya başına yıkılıyor, Kezban’ın. Neredeyse düşüp bayılacak. İlerde soteli bir yerde çömelmiş, yandan evin kapısını, penceresini  gözetlemeye başlıyor. Onu orada beti benzi atmış, çökmüş gören mahalleli bir kaç kadın, “Hasta mısın? Bir yerin mi ağrıyor” diye soruyorlar. “Yok” diyor Kezban, “Çok yoruldum da, şimdi geçer. Sağ olun!”

Bir süre sonra kapıdan kocası çıkıyor, pencereden perdenin arkasından gerdanı açık bir kadın ona el sallıyor. Adam arkasını dönüp yerdeki bir taşa tekme vurup, kenara yuvarlıyor, ileride parkeden taksisine doğru gidiyor. Kezban’ın içi o taşı alıp kocasının başına, gözlerine defalarca vurmak isteğiyle yanıyor. “kan içinde kalsın, sonra o taşı evdeki o hıyanet karıya yediricem” diyor. Ama ayakları üzerine kalkıp, dikilecek mecali kalmamış. Şeytan ayağa kaldırmaya çalışıyor, melaikeler çöktürmeye. Konuşmaya bile takatı yok, boğazındaki acı yumrudan. Hava kararıyor. Kezban’ın değil dövüşecek, kavga edecek gücü, fısıldayacak kadar bile mecali yok.

Kezban günlerce düşünüyor. Çalışmaya gidiyor, geliyor. Çocuklarının ihtiyacını karşılıyor. Konuşmuyor. Sadece düşünüyor.

Günler sonra adam eve geliyor arabasız. Bacağı kırılmış sarılı, başı bantlı. “Kaza yaptım” diyor. “Araba şarampole yuvarlandı. Araba hurdahaş. Şoförlük işi de böylece bitti. Plakayı satarız amma...” 

Hiç konuşmuyor Kezban. Adam gene işsiz bu sefer bacağı kırık, kafası bereli. Ama hiçbir şey umurunda değil Kezban’ın . Aynı evde yaşamaya devam ediyor, ama artık o hiç umurunda olmayan bir başkası. Yine içki alemleri, yine küfürler, gücü yeterse dayak, alışkanlık haline gelmiş, beş vakit.

***

                  Kezban içini evin hanımına böylece boşalttıktan sonra susuyor. Gözleri kuru. Belli ki uzun zamandır yaş gelmiyor göz pınarlarından. Çayından bir yudum daha alıyor dalgın.

                  Evin hanımı sonuna kadar dinliyor bu soluksuz hikayesini Kezban’ın. Soruyor, “Kızım neden ayrılmadın, neden mecburdun bu çileyi çekmeye? Neden kölesiydin adamın? Çalışıyorsun. Para kazanıyorsun? Kendini de geçindirirdin, çocuklarına da bakardın. Çalışmayı sevmeyen, içkici, kötü davranan adamın yükü eksik olurdu omuzlarından. Neden bırakmadın? Üstelik senin emeğin senin paranla başka bir kadına gittiğini bildiğin, gördüğün halde...”

                  Kezban itiraz makamında başını iki yana sallayarak, “Kız çocuklarına nenni yerine, bir masal anlatılır, durur. Ormanda gelin yaştaki bir kızı ayı kaçırıp mağarasına götürmüş. Kız çok korkmuş. Ayı her gün petek petek balla, tadına doyulmayacak meyvalarla kızı beslemiş. Razı etmiş. Aylarca kızı aramışlar ama bulamamışlar.  Ölmüş kalmıştır diye vazgeçmişler aramaktan.  Yıllar sonra avcılar bulmuşlar kızı, ayıyı öldürmüşler, kızı kurtarmışlar. Kız hem ağlıyor, hem ağıt yakıyormuş durmadan. ‘Ayı idi, iri idi, kaba idi, kocam idi’ diye.

                  Derin, iniltili bir nefes çekti Kezban. “Yapamadım” dedi. “Köyde hoş karşılamazlar. Anam, babam, kardeşlerim bile hoş karşılamaz. Bana sahip çıkmaz. Hep erkekler haklıdır. Varsa yoksa erkek evlatları, kız evlatların kimse arkasında durmaz. Ah bir bilinse kadınlar en çok analarından, kaynanalarından çeker. Kadınlar en çok kadın kadından çeker yani. Kadının sırtına prangayı vuran en çok anaları, kaynanalarıdır. Kendileri çekmiştir ya, isterler ki diğer kadın da çekecek.  Kalkıp gitmeyi, başka illerde yaşamayı çok düşündüm. Düşündüm ama yapayalnız bir dul kadının kendini koruması kolay  mı yabancı illerde. Çok düşündüm ama düşündükçe cesaretim kırıldı. Cehennemi dünyada kadınlar yaşıyor. Öte dünyada da kadına cennette yer var mı?”  dedi.

Dizlerini tutarak kalktı. Elektrik süpürgesinin tırmalayan uğultusu, bütün sesleri, her şeyi bastırdı.

,ACI BİR MEKTUP

“Ne yapacağım şimdi ben, savcı amca?”

80’li yıllardı. Çocuk suçları, çocuk suçluluğu ve çocuklar üstüne işlenen suçlarla ilgili geniş bir araştırmayı yürütüyordum. Yapımcı olarak önerdiğim ve TRT-1’de yayınlanmak üzere hazırladığım BU ÇOCUKLAR BİZİM programı ile ilgili bir araştırmaydı.

Hırsızlığa, yankesiciliğe itilen çocuklar, yasadışı işlerde kullanılan çocuklar, seks aracı haline getirilen çocuklar ve cinayet işleyen çocuklar...

Gerçek olayların içinde ve olay mahallinde yaptığım çalışmaların ardından İzmir Çocuk Islahevinde yönetici Savcı Yardımcısı dostumdan bir randevu aldım. Islahevindeki hüküm giymiş çocuklarla, Savcı, Yardımcısı, eğiticiler ve görevli psikologla bir seri röportaj yaptım.

Hemen hepsi çok erken yaşta kaderin sillesini yemiş onsekiz yaşın altında çocuklardı.

Oyun oynarken babasının silahıyla arkadaşını öldürenler... Yaşı küçük olduğu için mapusta az yatar anlayışıyla cinayete ailesi tarafından itilen kan davası kurbanları... Değer yargıları çarpıtılmış, çocuk yaşta hırsızlığa, yankesiciliğe alıştırılmış çocuklar... Doğruları, eğrileri ayırt edemeyen, çoğu kez suçun suç olduğunu bile anlayamayan çocuklar... Hüküm giymenin ve demir parmaklıklar arkasında toplumdan dışlanmanın ağırlığını yaşayan çocuklar...

İçeride ender olarak karşılaştığı dış dünyadan gelen tek tük insanda güven arayan ürkek gözler, içini dökmeye hazır titrek dudaklar...

Birer meslek edinmeleri için hazırlanan, ayakkabı, terzi, marangoz atölyelerinde çalışan, eğitim gören çocuklar. Bir gün katılacakları dış çevrenin içinde toplumun kuralları ve koşullarıyla yaşama deneyimleri kazandırılmaya çalışılan genç insanlar.

Kapanan ağır demir kapıların dar koridorda yankılanışlarını arkamda bırakıp, yaşanmış anıların yüreğimde bıraktığı ağırlığı, az ilerdeki dış dünyanın hareketine, gürültülerine, gailesine terk etmek, dağıtmak istedim. İçerideki genç vücutların kolay kolay ve çilesi dolmadan hiçbir zaman çıkamayacağı, seslerin ve zamanın eriyip yayıldığı kalın duvarlar ve ağır kapıların dışına biran önce atmak istedim kendimi. Adeta kaçar adımlarla gitmek isterken, Savcı Yardımcısı dostum, “lütfen, henüz gitmeyin”dedi. “Bana biraz daha zaman ayırın. Size bir şey göstermem lazım. Hiçbir zaman içinden çıkamadığım bir derdimi sizinle paylaşmak istiyorum. Bana biraz daha zaman ayırın.”

Bu isteği reddedemezdim. Hiç konuşmadan bürosuna çıktık. Buyur etti. Masanın çekmecesini açtı, plastik bir zarfta sakladığı bir mektup çıkardı. Mektup Van’dan geliyordu. Okumaya başladı:

“Savcı amca,

Siz bana yıllar boyunca yaptığımın hatalı olduğunu anlattınız. Öfkemi, kızgınlığımı nasıl kontrol etmem gerektiğini, sorunlarımı insanlarla nasıl konuşarak, onları ikna ederek çözümlemem gerektiğini öğrettiniz. Dış dünyada insanlarla uyum içinde nasıl yaşamam gerektiğini aklıma adeta kazıdınız.

Henüz onsekiz yaşındayım. Mapustan çıkıp ta evime bu isteklerle ve güzel hayallerle döndüm. İzmir’den Van’a kadar tren yolculuğu boyunca bana anlattığınız hayatı düşündüm. Ailemi düşündüm. Bana kazandırdığınız terzilik mesleğini düşündüm. Nice ümitlerle dolu bir hayata kendimi nasıl bırakacağımı ve her insan gibi mutlu olabilecek bir evlilik kurabileceğimi düşündüm.

Gel gör ki eve adım atar atmaz, sanki vebalıyım. Sanki bu evde, öz anamın babamın evinde artık istenmiyorum.

Babam beni yine ikinci defa yaşlı, çirkin bir adamla evlendirme planları yapmış. Başlık parası karşılığı. Daha eve adım atmadan, yeniden kaderimi yazmış. Üstümde şiddetli bir aile baskısı var. Baba lafını dinlemeyen kız kötü kadın olurmuş. Ailenin bütün erkekleri, babam, ağabeylerim, amcalarım etrafımda öfkeli boğalar gibi dolaşıyorlar. Erkeğini öldürüp te mapusta yatan bir kadını başka kim alırmış. Onlara anlatmaya çalışıyorum, çabalıyorum, benim elimde mesleğim var, çalışır, kazanır, yaşarım. Kimse beni dinlemiyor. Değil dinlemek, ağzımı bile açtırmak istemiyor. Benim sözümün, isteğimin hiç kıymeti yok.

Köşeye sıkıştım. Babamın beni zorla da olsa vermeyi aklına koyduğu bu yaşlı adamla evlenmekten başka çarem yok. Bu ağzından tükürük saçılan, yaşlı adamın yatağına nasıl gireceğim. Tek başıma nereye kaçıp gideyim. Anam bile benim yanımda değil. O da erkeklere uymuş, en doğruya onların karar vereceğine inanıyor.

Artık tahammül edemiyorum. Hayatımda ikinci defa yine aynı kabusu yaşıyorum. Elimi yine kana bulamamak için kendimi zor zaptediyorum.

Size bu mektubu yazmaktan başka çare bulamadım. Gizlice postalıyorum. Bana ne olur yardım edin.

Söyleyin savcı amca, ben şimdi ne yapacağım. Sen benim yerimde olsaydın ne yapardın?”

***

Savcı Yardımcısı mektubu ağır ağır tok sesiyle okudu. Arada gözlerini kaldırıyor, bana bakıyordu. Mektubu hüzünle katladı, masanın üstüne koydu. Ellerini kavuşturup mektubun üstüne koydu, eğildi, sağ eliyle alnını sıvazladı

Ne yapabilirdi bu onsekiz yaşındaki genç kadın. Islahevine geldiğinde henüz ondört yaşındaydı. Babasının kendisini zorla evlendirdiği 50 yaşlarındaki adamı evliliğinin daha ilk aylarında bıçaklayarak öldürmüştü.

Adam hırtın tekiydi. Zil zurna sarhoş eve geliyor, çocuk eşini her gün dövüyordu. Bütün gün tarlada çalıştırıyor, akşam olunca doymak bilmeyen zevklerine alet etmeye çalışıyordu. Kadın onun için  yalnızca parayla satın aldığı bir köleydi. Kocasının kölesiydi, Kaynanasının kölesiydi. Kaynatasının kölesiydi.

Yine köpek gibi dayak yediği, tekmelendiği bir gece sindiği köşede aklından planlar yapmaya başladı. Bu adamdan kurtulması mümkün değildi. Adam dayakla kendini tatmin ettikten sonra, alkolden kütük gibi sızmış, kendini kerevetin üstüne bırakmış, yayılmıştı. Etrafı pis bir alkol, sigara, ağız kokusu kaplamıştı. Derin derin horluyordu.

Çocuk usulca ve korkuyla yerinden kalktı. Bütün vücudu mosmor ağrıyordu. Mutfağa doğru gitti, büyük et bıçağını eline aldı. Şuuru bulanmıştı. Sessizce, ayaklarının ucunda adamın yattığı kerevetin önüne geldi. Adama kinle baktı. Alkol kokusu ve adamın odayı saran horultusu içinde kendinden geçti. Bıçağı kaldırdı. Adamın boğazına sapladı. Fışkıran kan, adamın hırıltılı çırpınışı gözünü döndürmüştü. Bir daha, bir daha... Bir daha bütün gücüyle sapladı bıçağı, gözü karardı, adamın oluk oluk akan kanının üstüne yere serildi. Sonra ne olduğunu hiç bilmiyordu, rüyada gibiydi. Bütün şekiller bulanmış, bütün sesler silinmişti.

Sonra mahkemeler... Sonra Islahevi...

Tekrarlanan hayat... Tekrarlanan alın yazısı... Şimdi yine soruyordu:

“Başka çarem kalmadı savcı amca. Ne yapacağım şimdi ben, savcı amca. Sen benim yerimde olsaydın ne yapardın?”

Cehalet koskoca bir dağ, Anadolu’da, insanların sırtında. Savcının gücü bu kayayı yerinden oynatmaya yetmez.

Kahrolsun başlık parası!.. Kahrolsun kızlarını satan köle tüccarları!.. Kahrolsun çocukları yataklarına çeken suyu çekilmiş cehennem zebanileri!..

BİR AŞK VE BAŞARI HİKAYESİ

16 yaşındaydı Gülizar güzel, pembe yanak, gül dudak, kol kalınlığında tek sıra örgülü kumral saçları vardı.  Bir dağ köyünde yaşardı Artvin’in. Daha yeni askerden gelmiş komşu oğlu Kürşat’ın delice bakışları ile güm güm atıyordu yüreği. Kürşat her fırsatta yoluna çıkıyor, sanki soyuyordu kızı, sonra hiçbir şey söylemeden geçip gidiyordu. Karşı karşıya gelip gözleri buluştuğunda her ikisi de öyle suskun duruyor, ne bir ses, ne bir nefes, sadece hızla çarpan kalplerinin sesi sanki yürekleri ağızlarından fırlayıp çıkacakmış gibi. Birisi bir şey söylese diğerinin sözcükleri bir şelale gibi boşalıverecek ağzından. Ama yok, çıt yok sözcük namına.

İki yoksul ailenin aynı köyde büyümüş çocuklarıydı. Kürşat askere gideli 2 yıl olmuştu. O zaman daha ondördünde olan Gülizar o sürede serpilip gelişmiş yürek yakan bir kız olmuştu. Daha şimdiden köyden başka köylerden pek çok talibi vardı. Babası ortalığı kızıştırıyor, hemen verimkar görünmüyordu. Kürşat teskere alıp askerden geldiğinde onu görünce neye uğradığına şaşırmıştı. Hayalinde yaşattığı kız yerine bir afet-i devran gelmişti. “Ana, ana” dedi, “Git iste, dayanamayacağım, görünce bir daha ben dönemem, askerliğim yanar diye iznimi bile onun çün almadım, iznimi yaktım!”   Anası oğlanı hemen evermek istiyordu ama Gülizar olur mu ya. Kızın babasının gözü yükseklerde, dönüp te yüzüne bakmaz fukaranın. “Ne olmuş fukaraysak, onlar da fukara” dedi oğlu öfkeyle. “Eyvah” der anası, “Ne edecez?” diye karşılık verdi anası.

Her iki tarafında yakını bir ahbapları kızın babasına durumu açar. Kızın babası sadece güler cevap bile vermez. Ciddiye alınmamak reddedilmekten daha acı. 

Gülizar Kürşat’ın kendisine talip olduğunu ve babasının tutumunu öğrenince bir gün yolda hızlı hızlı giden Kürşat’ın yolunu keser, “Bu kadar mı” der, “Hemen vaz mı geçeceksin?” Kürşat şaşırır, “Ne” der, “Ne yapmalıydım?” Gülizar “Sen yapacak bir şey bulamıyorsan, ben bulurum” diye cevap verir ve sorar “ Ama söyle, sen kararlı mısın?” “Kararlı mı?” der Kürşat, “Senin için ölürüm be!” Susarlar. Bu defa bu suskunluk içi dopdolu uzun süren bir suskunluktur. Gözleri birbirine kenetlenmiştir. Kararlılıkla, “Tamam o zaman! Beni burada bekle” der Gülizar ve başını çevirir hızla geldiği yöne gider. Doğru babasının yanına, “Baba” der, “Beni Kürşat’a ver!” “Olmaz!” der öfkeyle babası, ölürüm de o çulsuza vermem, “Seni vereceğim kişiyi buldum ben! Merak etme seni de beni de iyi yaşatacak! Yediğin önünde, yemediğin ardında kalacak!” “Beni Kürşat’a vereceksin, baba!” diye haykırır Gülizar, “Başkasına varmam! Asla varmam!” “Vermem” diye kükrer babası, “Ölürüm de vermem!” “Ölürüm de başkasına varmam!” diye babasının yüzüne bağırır Gülizar, “Ölürüm de gitmem!”. “Defol karşımdan” diye bağırır babası yüzü pancar gibi. Gülizar fırlar kapıdan çıkar, köyün koruluğunda izini kaybettirerek yılan gibi seğirterek gider. Kürşat bıraktığı yerde çakılı durmaktadır. “Hadi” der Gülizar, “Gidiyoruz!” “Nereye?” diye sormaz Kürşat koşarlar, saklanırlar, koşarlar , bütün bir gün, bütün bir gece yol alır, dik yamaca doğru tırmanırlar. Nefes nefese kayalık yamacın ortasındaki küçük düzlüğe, taşların aşağı yuvarlanmadığı düzlüğe geldiklerinde nefeslenmek için birbirlerine sarılır yere otururlar bir süre hiç bir şey konuşmadan. Ne açlık, ne susuzluk hiç akıllarına gelmez. Toprağa uzanır, birbirlerine sarılır, birbirlerini ısıtır, yorgunluktan uyuyakalırlar.

Ne kadar uyumuşlardır bilinmez. Gülizar yeni doğan güneşin yüzünü okşamasıyla gözlerini açtığında Kürşat’ı ayakta görür, ellerinde geniş bir yaprağın içinde bal ve dağ yemişleri. Gülümseyerek Gülizar’a uzatmaktadır topladığı yiyecekleri. Gülizar rüya mı, gerçek mi kuşkusu içinde sevdiği adama gülümser.  Kürşat eliyle yamacın derinlerini işaret eder. “Bak Gülizar” der, “Şuraya bir bak!” Gülizar yamacın dibindeki dar vadiye bakar. Köpükler içinde bir akarsu kayaların arasından dolana dolana akmaktadır. Karşıda bir başka yamaçta yaban keçileri yavrularıyla kayadan kayaya sıçrarlar. Kayaların arasından dağ çiçekleri, dağ yemişleri başlarını uzatmışlardır. Dağ bülbüllerinin sesi doyulmaz güzelliktedir. Burası kayaların arasında bir cennet bahçesi. Gülizar Kürşat’a gülümser, ayakları dibindeki toprağı gösterir, “Burası” der, burası olacak işte bizim evimiz. “Yol yok, iz yok. Kimse gelip bizi bulamaz!”  “Çok güzel de burada nasıl ekip biçeriz, nasıl ev kurarız?”  diye endişeyle bakar Kürşat. “Her şeyi kendimiz oluşturacağız” der Gülizar. “Tarlamızı bile..” Kürşat sevdiğini incitmek istemez ama yine de soru dolu bakışlarına engel olamaz. Gülizar yavaş yavaş ,tatlı tatlı anlatır: “Aşağıdaki hayıtlardan sepetler öreceğiz. Kayaların arasına önce dere yatağından sepete topladığımız küçük taşlarıı buraya çıkarıp kayaların arasını doldurup küçük setler kuracağız. Sonra da yine dere yatağından çıkardığımız toprağı bu küçük setlerin içine doldurup kendimize evlek evlek tarla açacağız. Her şeyi dikeriz artık.”  Kürşat hayretler içinde nereden biliyorsun bunları?” diye sorar hayretle. Gülizar sevdiğini ikna edecek tatlılıkta bir sesle, “ben bunun daha önce köyde yapıldığını gördüm” der. “Sahi mi?” der Kürşat. “ Evet” der Gülizar, “ tabii bu kadar yüksek te değildi. Elimizdeki bu düzlük bir nimet. Ama yetmez! Ama olsun insan isterse zor da olsa yapar, öyle değil mi Kürşat?” Kürşat, “Peki evi nasıl yapacağız?” diye sorar. Basitçe, “Taş ve çamurla...” diye cevap verir Gülizar, “Hem burada çok arı var, arıcılık ta yaparız. Emmin ne kadar çok bal alıyordu kovanlardan?” Kürşat nasıl bir kıza kapılmıştı böyle, her şeyi düşünüyor, kararlı, her şeyi biliyor, her gördüğünü öğrenmiş. 

Kürşat Gülizar’ın ellerinden sımsıkı tuttu, “İstediğin her şeyi yaparım” dedi.  Birbirlerinin gözlerinin içine derin derin baktılar. Sonra kayalar üstünde uçarcasına, yamaçtan aşağı doğru koşarak, adeta uçarak indiler. Soyundular. Derenin suyunda yıkandılar. Yaşamlarının bundan sonraki tüm zamanlarını, onun varlığıyla geçirecekleri bu berrak su ile adeta kutsandılar. Orada sadece serin su, dağ, kayalar, güneş ve doğanın onlar için sakladığı gizli nimetleri vardı. İşte böyle başladı Gülizar ile Kürşat’ın tüm yaşamlarını kuşatacak aşk hikayesi...

* * *

Yıllarca önceydi. 80’li yıllar. TRT’de çalıştığım dönemlerde program yapmak amacıyla Doğu Karadeniz dağlarında dolaşırken, Artvin’in bir dağ köyünde zor şartlar altında yol yapımı olduğu, kayalık bölgede yapılan patlamaların işçilerin ölümüne sebep olduğu haberini alınca ekibimle oraya doğru yola çıktık. Hiçbir insanın yaşayamayacağını düşündüğümüz son derece kayalık bölgede yapılan yol çalışması gerçekten çok çetindi. İşçiler kayaların tepesinden iplerle bağlanarak aşağıya sarkıtılıyor, oyuklar açılıyor, dinamit yerleştiriliyor, işçiler halatlarla geri çekiliyor, kayalar patlatılıyor. Zamanlama hatası insan ölümlerine sebep olabiliyordu. Zorlu bir işti, Karadeniz’e köy köy, mezra mezra yol götürmek.

Çekimleri, röportajları tamamladıktan sonra kıvrılarak uzanan yan yana iki arabanın, hatta bazen bir arabanın bile zor geçeceği dar yoldan ilerlemeye başladık. Yol için sağ tarafımız dik bir uçurum tepeye doğru, sağımız neredeyse uçurum dereye doğru demek daha doğru bir anlatım olur. Bir dağın dik yamacındaki keçi yolundan gider gibiydik. Yolun iki yamacı sadece kayalıktı. Kıvrılan yol her dönemeçten sonra farklı kaya siluetleri çıkarıyordu karşımıza. Ağaç yok, ot yok, sadece kayalar. Bazı kayalar yosunlarla kaplıydı, küçük mantar gibi şeyler. Yeni bir kıvrım ve o ne? Yukarıda kayaların üzerine yerleştirilmiş kovanlar. Onlarca arı kovanı! Nasıl tırmanılır bu kovanlara, nasıl bal alınır diye düşünürken, bir dönemeç sonrası rüya mı, gerçek mi, kayaların arasında, yukarılarda adeta serap gibi bir manzara serildi gözlerimizin önüne. Uzun süre otsuz, ağaçsız gittiğimiz kayaların arasında yükseklerde birden bir vaha öbekleniyordu. Meyve ağaçlarını fark ediyorduk yeşillikler arasında. Büyüleyiciydi.  Ne, nasıl anlamaya çalışırken, birden şoförümüz dağdan yeni yuvarlanmış bir kayaya çarpmamak için direksiyon hakimiyetini kaybetti. Şoför uçurumdan kendini kurtarmak için yola doğru gaza bastı. Bu sefer arabanın sağ tekerlekleri bir tümseğe tırmandı, araba yol içinde yamaca doğru kapaklandı yana doğru yattı. Bir sarsıntı, bir patırtı. Başımız, omzumuz, birbirimize, arabanın kapısına, tavanına vururken, korku ve acılar içinde bağrışmaya başladık. Sarsıntıdan korna kesintisiz çalmaya başladı. Birbirimizi yokladık. Kazayı az hasarla atlatmış olma umuduyla kapıları açarak yan yatmış arabanın üstünden dışarı çıktık. Bizler ağrı ve sızıların dışında çok şükür ki iyiydik, çekim ekipmanına, malzemelere bir şey olmamıştı.  Derken yukarılardan, o yeşil ekeneklerin arasından atlaya sıçraya 2 kişinin bize doğru gelmekte olduğunu gördük. Bir yandan koşuyor, bir yandan bize sesleniyorlardı. Sesler yankılanıyor, ne dediklerini anlayamıyorduk. Bekledik. Çığlıklarımızı, kazayı, korna sesini duymuşlar, yardıma koşmuşlar.

Şöförümüz, ekip arkadaşlarımız ve gelenlerin yardımı ile arabayı doğrultup, yola koydu. Şöyle soluklanmak, şoku üstümüzden atmak için oturduk. Ben her şeye rağmen yukarıda kayaların arasında canlanan vahadan gözümü alamıyordum. “Bütün bunları siz mi yaptınız?” diye sordum hayretle, “Evet” dediler, “Biz yaptık, ikimiz” “Nasıl” dedim, “Nasıl başardınız?”  “Burada yaşamayı istedik” dediler. “İsteyince imkansız her şey oluveriyor. Dere yatağından taşları sırtımızda dik yamaca taşıdık, kayaların arasına set yaptık. Hayıt sepetlerimizle toprak çektik setlerin içini doldurduk. Sonra sulama için lastik küfeler aldık, getirdik köyden, derenin suyunu bile sırtımızda taşıdık. Yıllarca bu kayalıkları yeşertmek için uğraştık, çalıştık” dediler. “Nasıl oldu da bu boş ıssız kayalıklara geldiniz, kasabadan, köyden uzakta?” diye sordum. Sevgi dolu gözleri birbiriyle buluştu ve bana yaşadıklarını anlattılar. Aşklarını ve kendi yarattıkları hayatın öyküsünü.  “Ya çocuklar” diye sordum, “Çocuğunuz oldu mu?” Üç çocukları olmuş. İkisi kız, biri oğlan. “Şimdi neredeler?” dedim. Kürşat parmaklarını dudaklarına götürdü. Islık çaldı kayalara doğru. Tiz bir ıslık sesi yankılandı vadide. Bu bir ıslık değil sanki çığlıklı bir konuşmaydı. Yukarıdan ekeneklerin ötesindeki taş evden ıslıkla çınlayan bir cevap geldi. Uzak mesafelerde çocuklarla, birbirleriyle çığlık gibi yükselen ıslık sesiyle konuşuyor, haberleşiyorlardı. Islıklaşma sürdü bir süre.

“Ne dediniz?” dedim. Kürşat mahcup güldü. Gülizar tercüme etti. “Kötü bir şey yok. Sizi seviyoruz!” dedi. 

-“Onlar ne cevap verdi, peki?”

 -Biz de sizi!”

Hepimizin dudaklarında bir tebessüm... Oradan ayrılırken çocuklardan duyduğumuz ıslık sesini taklit etmeye çalışıyorduk.

-“Biz de sizi seviyoruz!”  Kürşat’la Gülizar.

PIRTIK GELİNLİK

“Ah” dedi Gülten hanım, “Ömrümce hep bir işe yaramak istedim. Kız Sanat Enstitüsünü bitirir bitirmez hemen evlendirdiler. Kocam Polis Akademisinden yeni mezun olmuştu. Sonra müdür oldu. Çalışmak istedim, ‘Çalışıp ne yapacaksın dedi. Otur evinde çocuklarına bak, daha iyi iş mi olur’ diye daha baştan çalışma isteğimin üstüne kapıları kapattı. Çocuklar oldu birbiri ardına. Tayinler sürükledi ailemizi bir oraya, bir buraya, Anadolu’nun en ücra köşelerine. Çocukların işleri, taşınmalar, yerleşmeler, darken tekrar taşınmalar kuru yapraklar gibi savrulduk oradan oraya.”

Gülten hanım konuşkan, sevimli, becerikli, içinde kıpır kıpır bir şeyler yapma arzusu kaynayıp taşan bir kadındı. 

-“Eşim çok iyi bir insan ama hiç affedemeyeceğim beni kısıtladığı eve kapattığı için!” 

İzmir’in denizi tepeden gören semtlerinden birinde apartmanın dördüncü katında mutfakta küçük yemek masasında karşılıklı oturuyor kahveyi yudumluyorduk. “Hiç mi imkanın olmadı?” dedim, hiç anlamına gelecek şekilde gözleri dalgın, dudaklarını kıvırdı. Kocası emekli olmuştu, gündüz kahveye takılıyor, gün boyu arkadaşlarıyla zaman geçiriyor, akşamları da eve içkili geliyordu. Hemen hiç konuşmuyorlardı. Biraz çocuklardan, o kadar. Televizyon sürekli açıktı. İnsan beynini donduran yarışma programları, orta okul müsamereleri düzeyinde diziler, ahlaksızlığa, hırsızlığa, uyuşturucuya övgü dolu yabancı filmler. Her gün birbirinin aynı, “Hep aynı şey, hep aynı şey!” Gülten Hanım gitti, televizyonun sesini biraz kıstı, “Evde birisi varmış gibi oluyor.” “Hep aynı, birbirinin kopyası gibi mi geçti hayatın?” diye sordum. Bir albüm aldı getirdi. Kahverengileşmiş soluk resimlerle hatırlamak istiyordu hayatını besbelli. Albümde bir köy düğününden çekilmiş resimler vardı. Bir tanesi netti, diğer ikisi pek güzel banyo edilmemişti. Bir resme bakarken yüzü Gülten Hanım’ın yüzü aydınlandı. 

 “Yıllarca önceydi” dedi. “Bir doğu  ilçesindeydik. Çocuklar okula gidiyorlardı. Eşim kasabanın Emniyet Müdürüydü. Boş zamanlarım çoktu. Bir gün Kaymakam ve eşi ile birlikte bir köy düğününe gittik. Şu Kaymakam Ayhan Bey, şu hanımı, bu da benim. Ne kadar değişmişim değil mi?”

Köy Kars’a yakın fakir bir köydü. Köylüler köy meydanında toplanmışlar türkü çağırıyorlar, davul zurna eşliğinde halay çekiyorlardı. Ayakkabıları giyile giyile paralanmış lastik çarıklardı. Giysiler anadan kıza, babadan oğula kalır, düğünlerde sandıktan çıkarılır, onarılır, kullanılırdı. Yeni olan şeyler ucuz plastik takılar... 

Gelin atın üzerinde, damat yürüyerek arkadaşları erkek akrabalarıyla düğün alanına geldiğinde ayrı ayrı yerlere oturtuldular. Gelinin elbisesi de diğerlerininki gibi eskiydi ve artık dikiş tutmayacak kadar paralanmış vaziyetteydi. Bu gelinlik onlarca yıldır köyde her gelinin rüyalarını süslemiş, her gelin tarafından giyilmiş, düğünlerden sonra özenle yeniden sandığa kaldırılmıştı. Zayıf, sıska, balık eti ya da tombulca gelinler onu kendi bedenine uydurmaya çalışmış, bu yüzden bir hayli örselemişti. Yine de bu haliyle de gelinlik kızların rüyasıydı. Her düğün öncesi sandıktan usulca, özenle çıkarılıyor, gelinlik kıza hasar vermemesi sıkı sıkıya tembihleniyor, düğün sonrası gözden geçirilip sandığına kaldırılıyor, bir yengenin evinde bir sonraki düğüne kadar koruma altına alınıyordu.

Gülten Hanım beni de o resme dahil etmek için teferruatlı bir senaryo yazmaya devam etti.

“Davul Zurna gelin karşılama ezgisinden neşeli oyun havalarına doğru  geçiş yaptı. Gençler, yaşlılar sırayla ayağa kalkıp oyunlara eşlik etti. Herkes eğlenirken bizim oturduğumuz masaya neşenin gölgesine hüznün karanlığı çöktü. Gözlerim yaşla doldu.

Kontrol edemediğim gözyaşlarımı silmeye çalıştığımı gören Kaymakam Bey usulen hatırımı sordu. Birden ağzımdan dökülüverdi. “İyiyim Kaymakam Bey ama ülkemin bu en doğusundaki ilçede siz çok büyük hizmetler verirken benim bir fert olarak bomboş oturmak çok ağırıma gidiyor. Ben de katkıda bulunmak istiyorum, bir şeyler yapmak istiyorum” dedim. Gözlerim eşime çevrildi. Eşimin bakışları karardı. Aldırmadım devam ettim. Burada kadınlar çok eğitimsiz, gelinliğe bakın. Giysileri eskimekten, onarılmaktan  dikiş tutmaz hale gelmiş. Kurslar açabiliriz, onları eğitiriz. Kendi elbiselerini dikerler. Kendilerinin, çocuklarının, eşlerinin yeni giysileri olur. Bunun için kumaş, iplik, dikiş makinası yardımı bulabiliriz. Sedir örtülerini, perdelerini dikebilirler. Evlerini daha yaşanabilir hale getirirler. Okuma yazma öğrenirler. Dünyaları değişir. Ben heyecanla bunları anlatırken eşim elindeki anahtarın köşesiyle sinirli sinirli masayı tıkırdatmaya başladı. Kaymakam bey elini usulca eşimin elinin üstüne koydu. Onu sakinleşmeye davet ediyor gibiydi. Sonra bana dönerek eğitimimin, sertifikamın olup olmadığını sordu. Kız Sanat Enstitüsünde okuduğumu söyledim. Yüzüme bakmadan ortaya, ‘Olur’ dedi ‘Hemen yarın başlayalım, bizim de sizin gibi insanlara ihtiyacımız var. Bu işe uygun ayırabileceğimiz bir salonumuz var.’ Yaşadığım olaya inanamıyordum. Çok istenirse oluyormuş demek ki. Hemen ertesi günü başladık. Eşim Kaymakam Bey’in kesin kararlılığı karşısında hiç sesini çıkarmadı, bana engel olmadı. 

Kurslarımız kısa zamanda meraklı, öğrenmek isteyen kadınlarla doldu taştı. Tabii önceleri ürkektiler, birer, ikişer geldiler. Sonra peş peşe açtığımız sınıflar doldu. Ban, Kaymakam Bey’in eşi, Komutanın karısı eğitim vermeye gelince, memurların eşlerinden da katılımlar oldu. Bir coşku, bir coşku... Derken esnaftan, iş adamlarından da destek geldi. Dikiş, nakış makinaları, kumaşlar, tuhafiye malzemeleri hibe edildi. Gelen malzemeyi envantere kaydediyor, sayıp alıyor, kadınlara sayıp dağıtıyorduk. Kısa zamanda semeresini gördük. Kadınlar istekli ve becerikliydi. Çok şey öğreniyor, güzel işler çıkarıyorlardı. Öğrendiğimiz her şeyi öğretmeye çalıştık. Birinci Kurs dönemi hepsi kendisine güzel elbiseler dikti. Takılar hazırladı. Tabii evleri için diktikleri, işledikleri örtüler, perdeler göz kamaştırıyordu. Bir de el birliğiyle güzel bir gelinlik hazırladık, modelini kendileri seçtiler. Dönem sonunda bir sergi ve bir defile hazırladık, kendileri elbiselerini giyip mankenlik yaptılar. Unutulmayacak bir dönemdi, onlar içinde en çok benim içinde. Bu böyle bir süre devam etti. Hayatımın en güzel günleriydi.”

“Sonra” dedim, “Bitti mi?”

“Bitti” dedi. “Yeni bir tayin dönemi geldi. Başka bir yere göçtük.” 

-“Orada da aynı şeyi yapabilirdin, yapamadın mı?” 

“O ortamı, o anlayışı bir daha hiç bulamadım. Eşim de zaten bu konulara girmeme isteksizdi, benim önümü açıp, ileri itmedi. Davranışları, tutumuyla hep engel olmaya çalıştı. O kaymakam gibi ilerici, aydın, hizmet aşkıyla dolu, toplumu geliştirmeye çalışan, kadınları yüceltmeye, yükseltmeye, toplumun önünde yer vermeye çalışan bir kaymakam ile de bir daha hiç karşılaşmadım. Şimdi bu yaşlılık dönemimde kaybolan şu yıllara bakıp bakıp ta içimden ağlamak geliyor. İşte onun için diyorum eşim bana söz verdiği gibi beni hiç aç ve açıkta bırakmadı, kendisini ve eşliğinde beni iyi mevkilere taşıdı ama içimdeki ben olma isteğini, kendim olarak toplumda bir şeyler yapma isteğimi hep görmezden geldi. İçimde hiçbir şeyle dolduramadığım çok büyük bir boşluk var. Beni ben yapan şeylerin eksikliğinin yarattığı boşluk, yaptıkları diğer şeyler için müteşekkirim ama bunun için onu hiç affetmeyeceğim!” dedi, öfkeliydi, ezikti. İsyanını anladım.

Ayağa kalktım. Gülten Hanımın omuzunu sıkıca tuttum, vedalaştım. Kendi kişiliğiyle, kendi becerileriyle toplumun karşısında bir varlık olmak isteyen ama yaşamı boyunca, baskılar, engellerle bu imkanı bulamayan Gülten Hanım’ı masanın başında dolu gözleri ve elindeki sigarasıyla baş başa bıraktım, kapıyı çekip içimde gittikçe büyüyen bir boşlukla usulca uzaklaştım.

İNCİ GERDANLIK

Komşuda gün ağarırken bir kız çocuğu doğmuş. Ebelik yapan yaşlı kadın derin bir nefes alsın diye poposuna bir şaplak vurunca bebek derin bir nefes almış ama ağlamamış. Ebe anne bir daha vurmuş ağlamayınca, öykünerek “Ne yaparsan yap, bu çocuk ağlamayacak” demiş, “hem de çok güzel olacak, analı-babalı büyüsün.” Köyde yeni doğana isimler hemen verilir. Aileden bir büyüğün ismi hemen yapıştırılır. O sırada baba içeri girmiş. Öğretmenden öğrendiği ismi tekrarlamış: “Çocuğun ismi Füsun olacak!” demiş. Ayşe’ler, Fatma’lar, Kezban’lar ilk kez duydukları bu isim için: “O n’oluyor ki?” diye sormuşlar. Baba gerinerek. “Büyülü demektir” diye cevap vermiş, “Efsunlu”. Babaanne kart sesiyle itiraz etmiş. “Bi dıkımcık çocuk büyülü mü, efsunlu mu olurmuş!”  Neyse çocuğun ismi Füsun olarak kalmış. Ebe annenin kehaneti doğru çıkmış. Bebeği, çocuğu ağlarken gören olmamış. Sanki babası Füsun’un ismini nasıl serpileceğini bilmiş de koymuş.

Komşu evde Recep adında biri yaşarmış. Ali, Veli, kırk dokuz-elli cinsinden biri. Her düştüğü yerden bir avuç altınla kalkıyor. Başkasının bahçesinde , otların arasında hintkeneviri yetiştiriyor, gece yağmurda ormandan ağaç kesiyor. Rakı sofralarına misafir olmakta usta Receb. Receb’in mal mülk sahibi, kendinden yaşlı bir karısı, çocuk irisi bir oğlu var.

Füsun ondört-onbeş yaşlarında. Receb onu pek seviyor. “Füsun bizim elimizde büyüdü. Hep bir kız çocuğum olsun istemişimdir” deyip deyip şehirden Füsun’a envai çeşit hediyeler getiriyor. Füsun’un ablasını da ihmal etmiyor tabii. “Füsun ineği suya götür... Füsun yufkayı saca koy!..” Füsun sanki Recep’in evinin kızı. Füsun gel zaman git zaman büyüyor.  Ama nasıl.. Güzelliğini, çekiciliğini anlatmak için sayfalar yetmez. 

Receb’in, komşunun evi resmi geçit türbini, köyün bütün delikanlıları bir vesile ile orada. Oğlan anaları, babaları, teyzeler, ailevi-taalukatın biri gelip biri gidiyor kız istemeye. Füsun’a niyet olsa da büyük kız, ablası hemen satılıyor. Füsun’a sıra gelince hemen dur bakalım. Receb’in de söyleyecekleri var. Receb Füsun’a sırılsıklam aşık. “Seni oğluma mutlak alacam, yoksa kan çıkar!” diyor da başka bir şey demiyor. Füsun o koca kafalı oğlandan pek haz etmiyor. Fakat ömründe Receb gibi ona şefkatle sarılan, her ne istediyse alan yok. Babası, “ne diyorsun?” diye sorduğunda kafa sallayıp “Eh!” diyor. Receb “Eh’i” allayıp pullayıp hemencecik tersinden “He’ye” çeviriveriyor. 

Receb’in evinden babasının evine her gün iki keçi geliyor, daha önce kavilleşmedikleri halde, başlık parası yerine. Her gün iki keçi, 10-20 değil neredeyse 30’a yakın sürü, bir tek yanında çobanı eksik.

Gelinlik resimlerinin Füsun üzerinde nasıl bir etki bırakacağını bildiği için- ne de olsa Füsun elinde büyüdü- katalogdan seçtiriyor. Füsunun en fazla beğendiği arabesk şarkıcısını, sazlarıyla birlikte tutuyor. Ve düğün günü oğlan evi olarak Füsun’un kollarını burma bileziklerle, boynunu beşibiraradalarla dolduruyor. 

Ah Selim! Dudaklarında Selim’in dudaklarının tadı. Dalıp dalıp gidiyor Füsun. Bir kerecik te olsa acele ecele öpücük bu kadar mı tatlı olurmuş. Amma ağıla sığmayan keçilerin kokusu var ya, hemi top top kumaş hediyeler, altınların ağırlığı, yine de dudaklarında var olan tad. Şu kalp çarpıntısı, dudaklarının üstünde, memelerinin arasında tomurcuklanan ter taneleri. Selimi ne gören oldu, ne de duyan. Ne bir kara haber var uğursuz. Ne de bir ak haber var. Lanet! Selim’den hiç haber alamıyor Füsun.

Receb’e gelince düğün günü ortalıkta bir iki saat görünüyor. Sonra, “Ben sıkıldım ava gidicem” diye silahını alıp dağa gidiyor. Hiç kimse bir mana veremiyor buna oğlunun düğününde, üstelik canı gibi sevdiği Füsun evlenirken ava gitmek de ne demek. Evet son zamanlarında dalıp gitmeler, tutuk tutuk konuşmalar, Receb’e bir haller oluyor. Kırk- kırkbeş yaşın densizliği. 

O gün Receb dağda yatar aç, bilaç, bir başka gün de eve gelmez. Bir hafta sonra gelir; Mecnun. Füsun’un evlilik hayatı pek güzel gitmez. Eşinin okşamalarına katılmadığı için kocasıyla konuşurken ondan işittiği sadece küfürdür. Neyse kocası bir tavuk çiftliğinde sürekli iş bulur. Kocasının verdiği azabı ıstırabı sırdaşı kayınpederine anlatır. Onun müşfik kollarında teselli bulur. Kayınpederi bir hayli meraklı bilim adamı gibidir sanki, boyuna teferruat sorar. Ayrıntıları söylemek Füsun’un canını daha çok acıtır. Her can acısında recep Füsun’a daha kuvvetlice sarılır. Bu arada bir erkek evlat doğar. Çocuklaştıkça annesine benzer gözleri, lacivert. Füsun arkadaşlarına, “Bu ne biçim evlilik ben bundan bir şey anlamadım” der. Her birinin ballandıra ballandıra anlattıklarını dinler, iç geçirir. Aynı evde kaldıkları için kayınpederiyle çok fazla zamanları vardır. Kaynanası torununu uyuturken ondan evvel uykuya dalar. Receb gelinine hediyeyi hiç ihmal etmez. Bir ona yarım ya da çeyrek, bir torunun yanındaki eşine. Çilingir sofrasını gelinine kurdurur. En dertli hikayeleri anlatırken , gelininin karşıda oturmasını ister. Bir kadeh, bir duble derken, bir küçükte karar kılar. Füsun evlilik üzerine arkadaşlarının anlattıklarını Receb’e anlatmaya başlar. Radyoda arabesk bir müzik fısıltıyla şarkı söyler. Ay ışığı, şakalaşmalar...

Füsun ikinci kez hamile kalır. Ama o kafayla hangisinden olduğunu bilemez. Füsun hamilelikte de bir başka güzeldir. O gözler, o porselen duruluğundaki ten, o dudaklar kadehe dokunan ve birbiri ardınca yanıp söndürülen cıgaralar. 

O bebek te doğar, “Benden” der kayınpederi. Ama bir sisli dumandır, var olan bilinmezlerle doludur Füsun’un hayatı.

Bebeği ihtiyar kayınvalidenin yaşlı ellerine bırakır zeytine gider, pamuğa gider, tütüne... Biber toplama gidince bir hoş olur içi. Biber tarlasındayken sanki ağrıları azalır, beynindeki vahşi hayvanlar uslanır. Acı biber tarlasında gözleri, elleri, yanakları yana yana, gün kararmasın, akşam olmasın diye dua eder. Elbette her zaman ki gibi kabul olmaz duası. Akşam olur, kös kös döner yeni doğmuşun vızıltılarına. Hayvanların tepinmeleri, kap kaçak sesleri ve en çok da kayınpederin salyası. Gece kararıp durur. Her şeyin yarısını söyleyip dertleştiği bir iki arkadaşı, “Tesettüre gir!” derler. “Dertlerinden kurtulursun. Girenler kurtuldular!” Füsun kim, ne zaman, nasıl demeden örtünür.  Muhtarın karısının yanına varır. Muhtarın karısı bir partinin tesettürden sorumlu ablası, hemşiresi. “İşte örtündük!” der Füsun, “ Bir diyeceğin var mı?” Muhtarın karısı, “ Kim sana söyledi böyle örtün diye. Başını yanlış bağlamışsın, bu başka yolun ki. Bu şarbanın rengi de olmaz, bu başkasının ki. Böyle örtünmek olmaz!” Füsun, “Evde ne varsa” der, “Kayınpeder getirttiydi, moda dergisinden. İşte rahibeler gibi giyindim!” “Tövbe olsun günaha girmişsin” der muhtarın karısı. Füsun, “ Ben sana para veririm, muhtar dayı kasabada ney lazımsa bana alır. Tamam mı?” “Tamam da” der tesettürden sorumlu abla, “tamam da tesettür biraz pahalıdır.” “Ne olursa olsun der Füsun, “ Peki duası filan var mı bunun?” Muhtarın karısı, “ Her şeyin başı Fatiha, gız sen namaz bilmiyon mu, namaz duaları, ihlas?” “Elbet bilirim” der Füsun, “sen dedindi yani demem o ki, başını çeşit çeşit bağlayan var, onlar başka başka dua mı okuyorlar?” Muhtarın karısı sinirli sinirli dışarıya kulak kabartır, “Bir ses duydum, hayvanlar tepişmesin” diyerek dışarı seyirtir.

Füsun tesettüre girer, bildiği sureleri okur. Bakar hiç bir değişiklik yok. Zaten o kıyafetle ne zeytin toplanır, ne de pamuğa gidilir. Kıyafeti çıkarır naftalinler, dolaba kor. “ Çalışan kadının işi değil, takıp takıştıracaksın bomboş oturacaksın, gözüne rastık süreceksin... Süslü hanımların işi. Füsun köydeki örtünen kadınların güneşten neden kaçındıklarını, neden solduklarını merak eder yalnızca, bir cevap ta bulamaz. “Güneş namahrem demek ki” der gülümseyerek. Solgun bir kadın için güneş bir erkektir, sıcak, sımsıcak elleri ile kendini ona gösteren kadınları okşar.

Kurtuluş yok. Kurtuluş var gibi. Kurtuluş hem var gibi, hem yok gibi. Füsun’a bir haber gelir. Bir kaç köy uzağındaki bir tavuk çiftliğinde  yemek pişirip, bulaşık yıkayacak bir kadına ihtiyaç vardır. Var amma, çocuklar ne olacak. Parası iyi, yemek zaten oradan, yatmak ta, sabah kahvaltısı, öğle yemeği, akşam... Biraz iltimasla kahya ve avanesine çilingir sofrası. Kayınvalide hemen çareyi buluverir.  “Dikkulakların Ayşe’nin varyemez sıska bir çocuğu yakında doğdu. Süt falan emmiyor... Eh Ayşe’nin memeleri camız memesi gibi süt fışkırıyor. Bundan ala süt annesi mi olurmuş, üstelik akraba. Füsun gitsin!”  Ve Füsun gece kabuslarından, birdenbire uyanmalardan çok uzaklara, birkaç köy ötesine kaçar, gider.

Gıcırdamayan yepyeni bir yatak, yüzlerce horozun korosu, şeker tadında soğuk su. Füsun hanımdır artık. Şunu yapar mısın Füsun hanım, biraz bakar mısın? Her şey mükemmel. Birkaç ay sonra Füsun bacılaşmaya başlar. “Füsun bacı sofrayı kur!” “Füsun bacı gel buraya!” Onca zaman Füsunda hiçbir değişiklik olmamıştır ama etraf?.. Füsun’un kullanılmaktan, endişeden, zorbalardan solmuş yüzü değişmiş, yanaklarına pembelik, o güzel gözlerinde çakan kıvılcımlar artmışken, çok daha güzelleşmişken yani, çiftlikteki kadınların haset dolu kem bakışları, sonra erkeklerin salyaları artmıştır. Geniş şalvarı, ütüsüz mintanı içinde Füsun giydirilmiş bir Grek tanrıçası gibidir. Ama sadece dibine işenir, çöpler oraya dökülür. Ve bir gün kahyanın avanesinin çilingir sofrasını hazırladıktan sonra kahya Füsun’un kulağına bildik bir söz fısıldar. “Gece kapını kilitleme!” Lanet olsun porselen duruluğundaki tene, o gonca gül dudaklara, o kuğu boyna, inci dişlere lanet olsun güzelliğe! Ne zaman kendi kendisinin olacak? Ne zaman olacak bu, ha? Birkaç ay sonra çiftliğe tavuk almaya gelmiş birinin kamyonuyla pılısını pırtısını toplamadan kaçar gider. Çocuklarının yanına döner.

Büyük kız zemheri soğuğu gibi karşılar annesini. Babaannesine anne dediği için annesine ne diyecekti zati? Küçük bebeğin dünyadan haberi yok. Vermeye vermeye zaten sütü kesilmiş. Süt veren anası da onun Ayşe. Füsun kendi iğreti evinde kocasız, çocuksuz. “Neden döndün” diyenlere, “Çok horoz vardı, gece yarısında başlıyorlardı, sabaha kadar. Bir türlü uyuyamadım” diye geçiştirir. “Hemi iş te pek ağırdı, dayanmanın mümkünatı yok!”

Çiftlik ona birkaç marifet öğretmiştir. Tavuktan yumurtadan 20’den fazla yemek, tatlı yapmayı bir de, “Hayır!” demeyi. 

İlk gecesi kayınpeder elinde rakı şişesiyle kapısında beliriverince marifetini kullanıp, kayınpederini usulca itip, ‘Hayırlı akşamlar’la kapıyı kilitleyivermişti. Biraz sonra bir şangırtı kopmuştu. Yazık oldu 70’liğe, rakı şişesi tuz-buz. Kayınvalide ertesi sabah camları süpüren gelinine, “cama gelsin de cana gelmesin” diyordu. Füsun o günden sonra kayınpederini hiç yatağına almadı. Hediyeler geldi, hediyeleri aldı. Yatağına almadı. Kasabadan bir ev aldı, tapusunu onun üstüne yaptı. Yine yok! Yalnız bu sefer maruzatını söyleyerek bitirdi, “Benim başımdan öyle şeyler geçti ki, sana layık değilim!” Füsun kayınpederinin bu kadar kolay kabulleneceğini hayal dahi edemezdi. Receb yine dağa gitti. Günlerce bir mağarada eylendi. Sonra avurtları çökmüş, öksüre öksüre döndü. Zatürre olmuştu, aylarca sürdü. İlaçlarını içiren, terini değiştiren Füsun’un sadece ellerini tutuyordu minnetle. Receb’in gözlerinin feri sönmüş ben diyeyim on yıl, siz deyin onbeş yıl ihtiyarlamıştı sanki. 

Tam o sırada o geldi. O dediysek kocası falan değil. Kocası gittiği yerde bir hatun bulmuş, sadece av teskeresini yeniletirken uğramıştı. O, o değilse kim? 

Füsun yıllarca koynunda bir yılan beslemişti çocukluğundan beri, kaytan bıyıklı, yakışıklı, edepsiz bir sarı yılan. Selim! Yıllarca rüyalarında kendini koyu sisler içinde yürürken görürdü hep, hiç bir yere varamazdı. Ateşten bir merdiven görürdü hep uyanmasına yakın. Cesaret edip aşağı inse çocukluk aşkına kavuşacak, her seferinde şeytan dürter uyandırırdı. Bıyığına kurban olduğu gelmişti.

Selim köye son model bir Audi ile gelmişti. Bursa’ya gitmiş orada çok zengin olmuştu. Akrabalarına bir araba dolusu hediye getirmişti. Şu feleğin işine bak, bıyığına kurban olduğunu görünce karşısında, yılanın karşısındaki kurbağaya döndü. Füsuncuk onüç-ondört yaşlarında ki o zaman Selim onyedi-onsekiz yaşlarındaydı, korulukta Selim’in onu tutup kendine çekip dudaklarından öpüverdiği zaman ki gibi zangır zangır titremeye başladı. Ellerini, ayaklarını durdursa da içini zapt edemiyordu. “Bıyıklarına kar yağmış” deyiverdi. “ Nereme yağmadı ki kar, senin Receb’lerin evine Durmuş’a gelin gideceğini duyunca yüreğime yağmaya başladı kar. İki karı değiştirdim, buz gibi yüreğime bir mum olamadılar.” Füsun’un içi alav alav, yüzü alav alav...  Selim’in yüzü alev alev , içi alev alev...  

Arabanın kapısını açar Selim, Füsun ön koltuğa oturur. Neredeyse 150 kilometre hızla, sarsıla, zıplaya, arkasında neredeyse bütün köyü kaplayacak toz bulutuyla uçar giderler her ikisi. Pek konuşmazlar. Füsun deri koltuğa oturur oturmaz, “Pek te yumuşakmış, gömülüyor insan” der yalnızca. Arkalarında bıraktıkları ne evlilik, ne çocuklar, ne dedikodu, ayıplamalar, hatıralar değildir artık. Bir türlü durulmayan bir toz bulutudur sadece. Kızılımsı bir bulut.

Deliye döner Receb, aynı gün köydeki en yeni arabayı tutar, Bursa’ya varır. Hiç vakit geçirmeden partiye uğrar. Çek-senet mafyasından bir guruba ulaşır. Selim’in ev adresini bulmalarını ister, “Çok yüklü alacağım var, kendim tahsil edeceğim, yarısı sizin!” Birkaç gün içinde takip eder, bulurlar. Ertesi sabah erkenden Receb, Selim’in daha yeni yapılmış villasının kapısını çalar. Selim kapıyı açar. İçerden Füsun’un sesi duyulur, “Aşkım kimmiş o?” İnleyen iki silah sesi cevap verir, birbiri ardınca, şevrotin saçmadır domuzlara attığı. Selim’in yüzü dağılır. İkincisi kendine ağzında kurşunun tadı, beyni aralık kapıya yapışmış. Biri kapının içinde kanlar içinde, öbürü kapının dışında kanlar içinde. Başları birbirine değecek gibi, iki sevdalının sabah serinliğinde duman tüter kanları. Bir damla gözyaşı dökmez Füsun. Ebesi hep haklı çıkar, “Bu kız ne yapsan, ne etsen ağlamaz!”

Sonra mı ne olur? Koca kafalı Durmuş, koca olduğunu hatırlar, fellik fellik Füsun’u vurmak için arar, durur. Füsun, Durmuş’a haberler gönderir. Ona, “Son zamanlarda babasına bir haller olmuştur. Dağa çıkıp hasta olalı beri. Füsun bunu Receb’in yüksek ateşine, sayıklamasına yorumlamıştır. Amma velakin ateş düştükten kelli devam edince, namusunu korumak için habersiz çok uzaklara kaçmak istemiştir. Derdini kimseye söyleyememiştir. Sarı Selim’e de, hastayım, bunalım geçiriyorum, gayrı öleceğim, beni yanına al. Duydum orada tavuk çiftlikleri çokmuş, bu hal geçinceye kadar mutlak bir iş bulurum” diye söylediği yalanını uydurmuştur. Bunun üzerine Durmuş babasının mezarını yapacak mermerciye, “Şimdilik vazgeçtim” diye haber gönderir. Anasıyla konuşur. Anası, “Ben bir şey görmedim amma herif bir kötü bakıyordu geline” deyince bir dizi hakiki inci kolyeyi alıp, bir ayna ile beraber, Füsun’a gönderir. 

Füsun ne mi yapmış? Füsun da inci kolyeyi boynuna takmış, aynaya bakarken ki resmini çektirip WhatsApp’la Durmuş’un telefonuna göndermiş.

SONSÖZ

Bir sarkaç gibi yaşamak!...

Dünyanın Yarısı Kadın adını verdiğim bu kitabımda toplumumuzun karanlık kadın manzaralarına bir spot ışığı tutmak istedim. Geri bırakılmış, baskı altına alınmış, baba ve kocaya köle kılınan toplumun bir yarısı kimlik arayışı içinde.

İçinde yaşadığımız toplum son günlerde ciddi bir sosyal histeriye yönelmiş.

Gün geçmiyor ki ülkenin şu ya da bu kesiminde bir toplumsal olay öne çıkmasın... Gün geçmiyor ki toplumun şu ya da bu kesiti çalkalanmasın.

Laik-antilaik tartışmaları, Alevi-Sünni çatışmaları, mafya-terör- uyuşturucu ilişkileri, siyaset- tarikat-şeriat-giyim-kuşam, ben ve kabul edilemeyen öteki... Değişim girdabı... Gitgide birbirinden kopan, uzaklaşan farklı yaşam biçimleri... Ve bu değişimin merkezine oturtulmaya çalışılan kadın figürü. Çocuğu için severek ölüme giden ana, kocası öldükten sonra yaşamayı unutan kadın, sadece göğüs ve bacaktan var sayılan genç kızlar, üç-dört yaşında namahrem diye örtülen kız çocukları, beşik kertmeleri.

Toplumda yükselen sesler, gitgide yoğunlaşan eylemler... Doğu ve batı arasında bir sarkaç gibi sallanıyor Türkiye.

Türkiye’nin üstünde doğudan batıya salınıp duran bu sarkacın nirengisinde ne yazık ki kişiliği oluşmamış, olgunlaşmamış, toplumda yerini bulamamış kadınlar var. Her üfürüğün rüzgarında eğilen, her saplantının fırtınasına kapılıp savrulan kadınlar var. Ufku, dünya görüşü genişlememiş, değer yargıları güçlenmemiş, eğitimsiz bırakılmış kadınlar.

Bu nasıl bir yöneliştir... Nasıl bir çözülüştür... Nasıl bir fırtınadır, ülkenin üstünde doğudan batıya, batıdan doğuya salınan bir sarkaç gibi yaşamak...

Bu salını mı durultmak gerek. Toplumsal uzlaşma için bozulan değer yargılarını yeniden onarmak gerek. Yeniden birbirini sevmeyi, kabul etmeyi öğrenmek gerek. Aile ve toplum bütünlüğünü kuran kadın figürünü, toplumsal çatışmanın merkezinden çekip, layık olduğu toplumsal uzlaşmanın merkezine oturtmak gerek. Kadının çağdaş eğitimi için bütün koşulları sağlamak gerek. Sağlıklı, kendine güvenli genç nesillerimizi yetiştirecek olan ufku geniş, iyi eğitilmiş, ayakları yere sağlam basan kadınlarımız var çünkü. Toplumda erkeğin yanı sıra, eşit egemen güç olan kadın, geleceğimizin tek güvencesi olacaktır. Kadını karanlığa gömmek isteyenlerin kendileri de er geç karanlığın dehlizlerinde yok olup gitmeye mahkum olacaklar.

Dünyanın Yarısı Kadın. Bir yarısı diğer yarısı kadar güçlendirilmemiş bir toplum bir tarafı çürük bir elmaya benzer. Yok olmaya mahkumdur çünkü. 

Soluduğumuz havayı bir başkası da ciğerlerine dolduruyorsa, hepimiz bir birimizden sorumluyuz! Hepimiz birbirimizden!

 

 

SONSUZ TEŞEKKÜRLER

Bu kitabın baskıya hazırlanışı ve baskı aşamalarında katkılarını esirgemeyen Tibyan yayıncılık sahibi değerli dostum Ahmet Tibyan’a teşekkürü bir borç biliyorum.

Daha önce TRT Televizyonlarında yıllarca yayınlanan programlarımın gözlem ve araştırma çalışmaları ile program çekimi esnasında kapılarını, yüreklerinin ve yaşamlarının  en derin gizli köşelerini içtenlikle açan ve sırlarını benimle paylaşan bu kitapta yer alan tüm kadınlara sonsuz teşekkürlerim var. 

Ayrıca program yapımcılığı yıllarımda, 70’li, 80’li yıllarda, TRT Televizyonu birinci kanal yayınının en müstesna saatlerinde yıllarca yer veren Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’na da şükran borçluyum. Yıllarca programlarıma verilen Basın Şeref Ödülü, Yılın Gazetecisi Ödülü, Gazetecilik Başarı Ödülü gibi en değerli sayısız ödülle taçlanmama imkan sağlayan çalışmaları yapma fırsatı bulduğum için kendimi şanslı kabul ediyorum. Program çalışmalarım sırasında benimle aynı heyecanı paylaşan, köy köy, kent kent omuz omuza koşan ve program yapım ve yayınına katkıda bulunan çok değerli ekip arkadaşlarıma, aramızdan ayrılıp ebediyete göçen dostlarıma, onların öksüz kalmış ailelerine, kalbimdeki sızıyla minnettarlığımı gönderiyorum. 

Bütün bu çalışmaları yaparken yaşamım boyunca sınırsız desteği ile daima ileri gitmemi sağlayan sevgili eşim Okay Sağtürk’e de sonsuz teşekkürler. Ayrıca kendisine entelektüel ve profesyonel birikimi ile kitabımın son aşamasında gerçekleştirdiği redaksiyon çalışması içindeki mücevher değerindeki dokunuşları için de şükran borçluyum.

Her birine ayrı ayrı teşekkürler.

Bu teşekkür hiç bitmeyecek.

 

 

  (Arka Kapak)

DÜNYANIN YARISI KADIN

Bu kitabımda itilmiş, eğitimden yoksun bırakılmış Anadolu kadınının değer yargılarını, sorunlarını, eğilimlerini anlatacağım sizlere ve çağın kadına acımasızlığından söz edeceğim.

Bir medya kişisi ve bir araştırmacı gözlemiyle toplumun yarısını ve hatta yarısından fazlasını oluşturan kadın nüfusununsisler altında kalmış bir kesitine ışık tutan eleştirel bir bakış açısı, bir gözlem sunacağım.

Tabii sadece yoksulluk ve yoksunluk değil bu kitabın konusu. İmkansızlıklar, karanlıklar içinden bir çıkış kapısı aralayabilen kimi kadınların toplumun alışılagelmiş baskılarına başkaldırışları ve arzuladıklarınca bir yaşam kurma konusunda mucizevi başarıları da var bu kitapta. Sevgi var, aşk var, sevgisizlik var, direnç var, karamsarlık ve kararsızlık var. İsyan var.

Dünyanın Yarısı Kadın, 30 yıllık televizyon programcılığı yaşamımda, yurt içinde ve yurt dışında gezip dolaştığım yörelerden, röportajlarla bulup gün ışığına çıkardığım, yaşanmış gerçek kadın öykülerinin bir derlemesidir.

Yıldız Sağtürk

Dünyanın Yarısı Kadın

"Yaşanmış Gerçek Öyküler"

Yazan: YILDIZ SAĞTÜRK