HERKESE KENDİ FİLOZOFU

 

HERKESE KENDİ FİLOZOFU

Antik Ege Işıltıları

Yazan: Yıldız SAĞTÜRK

 

ÖNSÖZ

Uzun yıllar radyo, televizyon ve basın alanında görev yapmış ve bu günü yazmış bir araştırmacı medya kişisi olarak, üstünde yaşadığımız toprakların çok eski geçmişine şöyle bir göz atmak istedim.

Can çekişen 21. Yüzyıl karmaşasının dışına çıkıp tarihte yolculuk yapmaktı amacım. Geçmişe, antik çağlara dönerek, 2500 yıl öncesinde yaşamış, bu güne kadar uzanan düşünce kişilerine, fikir adamlarına çağlar öncesinden elimi uzatmak, karanlık çağlarda filizlenen, ışıldayan düşünce kıpırdanışlarını tanımak ve aldığım etkileri çağımızın insanı ile paylaşmak istedim.

HERKESE KENDİ FİLOZOFU - “Antik Ege Işıltıları” bir tarihçinin bilim yazısı değildir. Bu kitap bir medya uzmanının araştırma kitabıdır. 

20. Yüzyıldan, 21. Yüzyıla değişen çağın bir medya insanı olarak, antik dönemlerin düşünce kıpırdanışlarından günümüze bir köprü kurmak ve içinde yaşadığımız doğum sancılarıyla bozularak değişen çağa ve bu çağın ortalama insanına yeni ve dingin bir bakış açısı sunmak istedim.

HERKESE KENDİ FİLOZOFU - “Antik Ege Işıltıları” geçmişe, antik dönemlere yolculuğumdan getirdiğim, karanlık çağların ilk ışıltılı düşünce uyanışları, yüzyılları etkilemiş bir demet düşünce tohumudur.

Yıldız Sağtürk

İzmir

 

HERKESE KENDİ FİLOZOFU

“Antik Ege Işıltıları”

 

Antik çağlardan Günümüze köprü kuran

Bu kitapta

Her bilge

Ayrı bir insanlık öyküsü,

Her düşünür

Karanlık çağların

Kara bulutlarını yırtan

Bir ateş şavkımasıdır.

 

YILDIZ SAĞTÜRK


 

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ

I. HOMEROS

II. THALES

III. ANAKSİMANDROS

IV. HERAKLİT

V. HERODOT

VI. AİSOPOS

VII. ANAKSAGORAS

VIII. DEMOKRİTOS

IX. EPİKTETOS

X. PROTOGORAS

SON SÖZ

KAYNAKÇA

 

 

GİRİŞ

 

Bir taş yüzyıllardır yaşadığımız yer kabuğunun üstünde. Bir taş yüzyıllardan günümüze kalan. Şu çimlenmiş toprağın altında kenarı görünen taş bir mimari yapıt. Şu toprakların altındaki taş kent yıkıntıları, zaman toprağın derinliklerine gömmüş. İnsanlar yaşamış, ölmüş, kemikleri bile tozlaşmış. İnsanlar yaşamış tarihi kuran. Binlerce yılın tarihi bir avuç insan. Bir avuç insan yüzyılların özeti. Homeros, Thales, Herodot, Demokritos... Ta eski çağlardan günümüze dek, beyin kıvrımlarından çıkan nice billur pırıltı, uzanmış akmış çağımıza.

Günümüzde insan yaşam kavgasında buluverince kendini, çevre daralıyor dört duvar arasında. Bir otobüs dolusu kalabalık, gürültü, trafik, yanan sönen ışıklar, karşılanamayan ihtiyaçlar.

İnsan yeniden doğmuş gibi açsa gözlerini, bakıverse, fark edebilse çevresini... Bir zeytin dalı, denizin üstündeki ak martılar, topraktan çıkarılan bir taş yazıt, gülümseyen çocuk nasıl da aydınlatır yüreğini. 

Düşünüyorum da gülümseyen çocuk, bu haşarı çocuk, şu sokakta arkadaşlarıyla dövüşen çocuk, o anasına sorular soran çocuk, yarın nasıl da bir büyük adam olacak. Bir bilim adamı, ordularınkomutanı. Bu topraklar nasıl da zihnine akıtmış billur zeka pırıltılarını. Biraz geliştirme arzusu, akılcı bir organizasyon, analiz ve sentez yüklü bir eğitim.  Sormayı, sorduklarının cevabını aramayı öğrensin yeter. Kendi kendine dimdik ayakta durabilsin, bilgece yoğrulmuş vatan toprağının üstünde...

Ege bir billur yurt parçası.

Bu zeka ışıltıları tarih boyunca vardı. Antik çağlardan günümüze dek. 

Biraz günlük uğraşlarımızdan sıyrılalım da eskilere, antik çağlara dönelim diye düşündüm. Hatırlayalım, yaşadığımız bu yerler nice ulu kişiler yaratmış. Düşündüm ki biz çocuklarımız için umalım.

Toprakta yaşayan kişi bilir. Bir çiftçi bilir. Kök ağacın taç yapraklarının izdüşümü kadar genişlikte yayılmıştır toprağa. Köktür taç yapraklarını geliştiren, özsuyunu taç yapraklarına götüren. Nice ulu kişiler köktür, özsuyu zeka pırıltılarını akıtan çağlar ötesine.

Düşündüm ki, zaman bizi asırlarca geriye götürsün. Bir bir hissedelim yüzyıllara adını veren kişileri. Onlarla onların çağını yaşayalım.

Avrupa’nın karanlık ortaçağını geriye atıp, yeni çağı aydınlatan Rönesans’ın ateşini yakan antik Grek uygarlığının nasıl da Batı Anadolu uygarlıklarından kaynaklandığını bir kez daha hatırlayalım.

Bir kez daha hatırlayalım antik ışıltılarını Ege’nin... Antik İyonya’nın... 

Homeros’un, Thales’in, Anaksagoras’ın ve daha nice antik filozofların düşünce ışıltıları ile aydınlansın zihinlerimiz. 

Onlarla onların çağlarını yaşayalım, hissedelim.

 

 

 

                  

“Sizler hepiniz su ve toprak olun 

Her biriniz 

Burada yüreksiz ve ünsüz oturanlar.”

                   HOMEROS

 I 

HOMEROS

Bundan 27 yüzyıl önce, bir gün Meles Çayı sakin sakin akarken, birden gök gürlemeye başlamış. Tanrılar kara bulutlarını sermiş masmavi gökyüzüne. Irmağın üstüne bir sağanak boşanmış. Bu sağanak, hani Ege’de birden gelip, birden geçiveren, sokakta, bahçede, kırda yakalayıp giysilerinin altındaki ak tenine dek insanı ıslatıveren deli yağmurların en delisiymiş. Irmak bir çalkanmış. Yağmurun altında su ürpermiş. Su çağlamış. Gökyüzünden boşanan suyla, toprakta akan suyun, suyla suyun birleşmesinden bir çocuk doğmuş. Ona Meles Çayı’ndan doğan anlamına gelen “Melesigenes”adını koymuşlar.

“Her halde Homeros böyle doğdu. Bu olağanüstü insanın bir insandan doğması mümkün değildir”diye düşünmüş İyonyalılar.

Bazıları da “Hayır ırmaktan değil, sudan değil, Meles çayının aktığı o canım Ege şehrinde, İzmir’de, İyon dilindeki adıyla Smyrna’da, ırmağın kıyısında doğdu”derlermiş. Babasının adı Maion’muş çünkü.

Melesigenes tutsak olarak Khioslulara verilince ona Homeros adını takmışlar. Bir anlatıma göre Homeros adı Aiol lehçesinde gözü görmeyen anlamında bir kelimeden gelmiş. Homeros adını Melesigenes’e kör olduğu için takmışlar. Öyle varsayanlar da varmış.

“Homeros’a kör diyenlerin kendileri kördür. Hem de kafadan kördür. Dünyada Homeros kadar çok şey gören bir adam var mı?”  diye köpürür Proklos bu iddiaya.

Gözleri gerçekten görmüyor idiyse bin kez gören gözden daha göz nasıl olurdu gözleri?

Şöyle der HOMEROS:

“Gözyaşı döküyordu Agamemnon durmadan. Yalçın bir kayadan kara sular akıtan karanlık bir pınar gibiydi o.”

Gerçekten görmüyorsa gözleri nasıl hissederdi doğayı böylesine. Böylesine nasıl çizerdi kargaşasını doğanın, savaşın. Nasıl sezerdi insanın içindeki sızıyı.

Halkın dilinde dolaşan her esere bir ozan arandığı çağlarda İlyada ve Odyssea Homeros’undur denmiş. Okudukça dilinin çağıltısı ile kendinden geçen bir bilgin bu görkemli destan çemberinin bir tek elden çıktığına inanamamış bir türlü.

Frederich August Wolfe adlı bir Alman bilgini Homeros destanlarının bir bütün olmadığını, bunların birbirine eklenmiş şarkılarından oluştuğunu, hatta Homeros adında bir ozanın yaşamadığını ileri sürmüş.

Çağımıza çok daha yakın olduğu halde William Shakespeare’in de yaşamadığını ileri sürenler var. Kişi ulaşamadığını ya ululaştırır, ya da inkar eder. Homeros doğup yaşadıysa da, hiçbir zaman yaşamadıysa da, çağımıza kadar gelmiş iki yapıt var elimizde. İlyada ve Odessea. Üzerine 40.000 cilt kitap yazılmış.

Ardından gelen bilginlerden Aristo onun bir düşünür olduğunu söyler. Homeros bir dünya görüşünün habercisi, dünyanın ve hayatın yorumcusudur. Ozan insan ve insan yaşantısı üzerine yaptığı sayısız gözlemi birleştirir ve genel yargılara varır.

 

“Sizler hepiniz su ve toprak olun 

Her biriniz

Burada yüreksiz ve ünsüz oturanlar.”

“Her zaman en iyi olmak ötekileri geçmek
Ataların soyuna leke sürmemek.”

“Yumuşar yüreği soylu kişinin.”

“İyi değildir buyuranların çokluğu.”

                                            HOMEROS

 

Şair Horatius, Homeros’un ahlakı bir çok düşünürden daha açık öğrettiğini söyler. 

Homeros’un ilk metinleri Yunanistan’a, bilinmeyen biri tarafından götürülmüş ve en büyük bayramları Panatenaia yortusunda bu destanların ve yalnızca bu destanların okunmasına karar verilmiş.

Böylece Batı Anadolulu, İzmirli Homeros, Atina devlet dinine, devlet eğitimine egemen olmuş. Sonraki yıllarda Yunan devletleri Homeros’u, bir etik klasiği olarak, bir kutsal kitap gibi, her türlü bilginin özü olarak benimsediler. Yunan insanı din olsun, politika olsun, askerlik, gemicilik ya da hekimlik olsun çeşitli bilgileri öğrenmek için Homeros destanlarına baş vurur.

BATI ANADOLU’LU HOMEROS YUNAN DÜNYASINDA BÜTÜN İNANIŞLARIN BABASIDIR. ANTİK YUNAN KÜLTÜRÜNÜN ATEŞİNİ YAKMIŞ GÜÇLÜ BİR DOĞU ANADOLULU, BİR İYON IŞILTISIDIR.

Bodrumlu yurttaşımız, antik çağın en büyük tarihçisi, İyon dilindeki adı ile Halikarnaslı Herodot şöyle der; “Homeros ile Hoseidos, Yunanlıların doğa dininin Tanrı soylarını kurdular, adlarını koydular, görevlerini ayırdılar, görünüşlerini belirlediler.” 

Homeros, Herodot’a göre eski Yunan dininin kurucusudur.

Homeros’un çizdiği tanrılar tıpkı insanlar gibi zayıf ve kusurludur. İlyada’nın tanrı dünyasını insana yakın kılan sebeplerden birisi de Homeros’un insanca sevgiyi onlardan esirgememesidir. 

Tanrılar sever. İnsanları sever. Troya önünde çarpışan yiğitlerin hepsini severler. Homeros’un tanrıları ölümsüzdür. İnsanlar gibi öfkelenirler, üzülürler. İnsan savaşlarına katıldıkları için yaralananları da olur.

 

“Ama Diomedes’te can alan kargısıyla

 Kovalayarak Kıbrıslı Tanrıça Afrodit’i 

Biliyordu güçsüz bir Tanrıçaydı o. 

İnsan savaşlarını yönetenlerden değildi. 

Ne Athene’ydi o, ne de iller yıkan Enyo. 

Kalabalıkta ardından koşup ta yetişince ona 

Ulu canlı Tydeus’un oğlu hız aldı 

Sivri kargısı ile atıldı öne, 

Vurdu onu elinin ayasından. 

Kargı giriverdi derinin içine 

Deldi Kharet’lerin işlediği rubayı 

Aktı Tanrıça’nın avucundan tanrısal kan.

Gür naralı Diomedes gürledi tam o sırada 

‘Çekil Zeus’un kızı, çekil savaştan...’

 

Uranus ve Kronos soylarından sonra, üçüncü tanrı kuşağı olarak Olympos’ta, yüce dağda hüküm süren Tanrıların en büyüğü, en güçlüsü Zeus’tur.

Homeros Zeus’u, tabiat kuvvetlerini elinde tutan, insan dünyasına hakim olan bir tanrı olarak gösterir. “Bulutları devşiren”, “Göklerde gürleyen”, “Şimşek savuran” sıfatlarının yanı sıra Zeus “Aklın” ta kendisidir. Homeros Zeus’un Anadolu’lu bir tanrı olduğunu söyler.

“Zeus böyle geldi 

Çattı kapkara kaşlarını

Dalgalandı saçları

Tanrılar kralının  ölümsüz başında

Tir tir titretti koca Olympos’u.”

Homeros’un tanrıları insanlarla iç içe kaynaşmıştır. Antik Ege tanrıları insanların yaşamak istedikleri, özlem duydukları hayatı yaşarlardı. İnsanlar tanrıların yaptıkları gibi ziyafetler düzenlemekten, eğlenmekten, olağanüstü güçlere sahip olmaktan başka bir şey istemiyorlardı, ihtimal. Varsın zaafları olsundu Tanrıların. Ölümsüzdüler ve istediklerini elde edebilecek güce sahiptiler.

Oysa antik çağın insanı doğanın içinde korumasız, doğaya egemen olmanın ilkel sırlarını bilme olanağından yoksundu.

Antik Ege kralları bizim dünyamızın yöneticilerine benzemezlerdi hiç. O krallar saraylarında oturmazlar, işleri güçleri yalnız savaşmak değildir.

Dağa çıkıp sürülerine çobanlık ederler. Atlarını tımar ederler. Silahlarını kendilerini bilerler. Çoban krallarının varlığı sürülerinin sayısı ile ölçülür. Kralların günlük işlerinin dışında bir de dinsel görevleri vardır. Tanrılara adak adarlar. Sürüleri en çok olan kral en fazla kurbanı kesebilir.

Kadının, hele ananın, Herodot destanlarında hep “Ulu” sıfatı ile anılması, ana ve oğul, ana ve kız arasında doyulmaz sahnelerin geçmesi, Anadolu’nun merkezinde  olduğu şüphe götürmeyen anaerkil bir toplum düzeninin uzantılarıdır.

 

“Zeus’un kızı Afrodite, Aineias’ın anası

Sığır çobanı Ankhises’ten doğurmuştu Aineas’ı

Keskin gözleriyle görmeseydi onu

Erlerin başbuğu Aineias, oracıkta ölecekti.

Ak kollarını döktü oğlunun iki yanına

Onu kargılardan korumak istiyordu.

Parlak esvabının bol eteği ile örttü.

Çevik atlı bir Argos’lu

Saplar da tuncu göğsüne

Canını alıverir diye ödü kopuyordu.”

 

Bu düzen Homeros’un düzeni, Anadolu’dan Yunanistan’a götürülen sosyal düzen, Herodot’un söylediğine göre 400 yıl sürdü. 400 yıl Yunanlılar Homeros’un adını kendi milletlerinin adı gibi nereden gelip, nasıl olduğunu araştırmadan andılar. Yapıtlarını kendilerinin gibi benimsediler.

Homeros, Platon ile birlikte tartışılmaya başlandı. Eserleri Homeros’un dizeleri ile dolup taşan Platon da Homeros’un okulunda yetişmiş. Ne var ki bu öğretiye karşı başkaldırmaya yeltenen ilk kişi olmuştu.

Filozof’un bu yoldaki yergisi sadece geleneğe karşı bir ayaklanma olmakla kalmadı, Homeros anlayışına karşıt bir çığır açtı. Platon’un Devlet’inde Sokrat bir yurttaşını Homeros aleyhine şöyle ikna eder.

 

SOKRAT- Demek oluyor ki Tanrı, iyi olduğu için, çoğunun dediği gibi, insanların başına gelen her şeye değil, bazılarına sebep olur. Çoğunun sebebi o değildir. Çünkü iyilikler, kötülüklerden azdır. İyi şeylere Tanrı sebep olur. Kötü şeyler içinse başka sebepler aramak gerekir.

ADAM- Bence çok doğru söylüyorsun.

SOKRAT- Tanrılar hakkında böyle akla sığmaz bir yanlışı Homeros’tan başka bir şairden beklememelidir.

Ya şu ikinci kanun ne der? Sence tanrı bir sihirbaz mıdır? Bazen bir çok şekle girip karşımıza çıkacak, bazen kendi yerine hayaller gönderip bizi aldatarak, tuzak kurup zamanına göre başka başka kılıklara girip görünebilir mi? Analar bunların sözüne kanıp yavrularını korkutmasınlar. Yoksa tanrılara hakaret etmiş, çocuklarının korkaklığını arttırmış olurlar.

Büyük İskender ise, Darius’tan aldığı ganimetler arasında değerli bir mücevher kutusu bulmuş. İçindeki nadide mücevherleri, incileri, zümrütleri bir bir yerlere saçmış. Demiş ki,“bunun içine benim Homeros’umu koyun. Savaşlarda bana en doğru yolu gösteren odur.”

***

Çağ çağ yerilmiş Homeros, çağ çağ kutsanmış. Bugün nedir günümüze kalan Homeros dünyasından? Çağlayanlar gibi coşkun insancıl duygu. Sevgi, insanı duymak hissetmek sevgisi, çocuk sevgisi, doğa sevgisi, Tanrı sevgisi.

Korku, kötüden, güçsüzlükten, yorumlanamayan doğa güçlerinden. 

Yurda bağlılık.

Umut.

***

Meles öylesine bir ırmak ki Ege’den kaynak alan... Ege’nin suyu öylesine bir su ki çağıldayan... Toprağı öylesine bir toprak tohumu yeşerten, filizlendiren...

Homeros bazılarının iddia ettiği gibi hiç yaşamasaydı da, Ege’nin insanı daha nice destanlar dile getirirdi insan üstüne.

Meles suyu daha nice bilgeler, nice ozanlar, nice Homeros’lar yaratırdı. Bakar bakarlardı da böyle üstün bir insanın bir insandan doğması mümkün değildir derlerdi.

 

 

 

 

"Denir ki felsefe ve bilim Thales'le başlar. Bulduğu halen geçerli teoremlerle Matematiğin ve Geometrinin babası Thales antik çağın 7 bilgesinden birincisi olarak kabul edilir."

 

         II

THALES

Şimdi sözünü edeceğimiz olay herhangi bir ortaokulda geçebilir. Avrupa’da, Çin’de, Afrika’da... Bambu kulübelerde, ormandan gelen vahşi hayvan çığlıkları arasında, ya da denizin çılgınca kayalıkları dövdüğü bir okyanus kasabasında... Her yerde geçebilir.

ÖĞRETMEN: (Tahtaya tebeşirle yazarak) Thales demişti ki, “İkizkenar üçgenin taban açıları eşittir.”

Bir ortaokul öğrencisi pantolonunun kemerini çekiştire çekiştire ayağa kalkar ve sorabilir.

ÇOCUK: Kim bu Thales, öğretmenim?

ÖĞRETMEN: Thales’in kişiliğini, kim olduğunu bilmeye ne gerek var? Onun bildiği gerçekleri öğrenin yeter. 

ÇOCUK: Neden öğrenelim onun bildiklerini?

ÖĞRETMEN: Yeni birşeyler bulmak için, doğayı, doğanın gizlerini anlayabilmek için öğrenmelisiniz.

ÇOCUK: Ben tanımadığım birinin öğretilerini bilmek istemem.

Dünyanın hemen her yerinde böylesine mantık yürüten bir ilkokul öğrencisine öğretmeni elbette güler.

ÖĞRETMEN: Peki. Thales bir düşünürdü. Kuzey yarım küresinde, Anadolu’nun Ege Bölgesi diye bilinen batı yöresinde, eski bir İyon kenti olan Milet’te yaşadı. Herodot’un yazdıklarına göre İsa’dan önce 624 yılında doğdu. Diogenes Leartus’a göre İsa’dan önce 548 yılında öldü. İşte çocuğum o dedi ki, “İkizkenar üçgenin taban açıları birbirine eşittir.”

Thales neden okutulur okullarda? Her çağda olduğu gibi o çağda da kudretleri sonsuz hükümdarlar, yüzlerce köleye sahip varlıklı insanlar, ünleri dünyaya yayılan bir demir çubuğu bir zorlayışta büküveren güçlüler vardı. Neden onların adı unutulup gitmiştir de, Thales’in adı kalmıştır çağlar ötesine. Bütün alçak gönüllüğüne ve hiçbir yazılı eser bırakmamasına rağmen.

Thales doğayı egemenliği altına almak için çalıştığı, araştırdığı ve sonsuz karanlıkta bir ışık sezebildiği için okutulur binlerce yıl sonra ilerde bir nükleer fizikçi, bir matematikçi, bir mühendis olacak ortaokul öğrencisine.

Thales sık sık gökyüzüne bakar, yıldızları seyreder, düşünürdü. Dostları bu düşünen adamı çok yadırgarlardı ihtimal. Kendilerine benzemezdi. İyi yemek nasıldır, lir nasıl çalınır bilmezdi. Başını gökyüzüne kaldırır, bazı şeyler söylerdi anlamadıkları. Bazen saygı duyar, bazen yakınırlardı.

ADAM: Dostum Thales, ne kazandıracak sana bu yıldızlar, bu gökyüzü. Bu kadar düşünüyorsun, bir işine yaramadıktan sonra.

THALES: Önümüzdeki mevsim ürün bol olacak. Zeytin taneleri dolacak dallara.

ADAM: Nereden biliyorsun? Henüz daha kış. Çiçek bile vermedi ağaçlar.

THALES: Yıldızlar söyledi. Yıldızlar beni hiç aldatmaz.

Dostlarına kanıtlamak için Thales o yıl kıştan bütün yağhaneleri kiraladı. Ve o mevsim gerçekten bol olan zeytin Thales’e çok para kazandırdı. Denir ki Thales bu yolla elde ettiği bütün kazancını fakirlere dağıtmıştır. Öyle ya bilge kişi para kazanmayı amaçlarsa istediği kadar para kazanabilir. Ama bilge bir kişi bütün zihnini para kazanmaya yorarsa o zaman hayatın sırları onun zihin kıvrımları arasında kaybolur gider.

Bir defasında Thales bir yandan göğü seyredip bir yandan kırda yürürken kuyuya düşmüş. Ona kahkahalarla gülmüşler. 19. Yüzyılda Ziya Paşa’nın alaycı bir beyiti vardır. Thales için söylenmiş olduğu düşünülür.

“Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim Gaflet ile görmez kuyuyu rehgüzerinde.”

Bir defasında bir İyonyalı ile Thales arasında şöyle bir konuşma geçer:

ADAM: Yine yüzün parlıyor Thales. Tanrılar yine sana bir şeyler bildirmiş olmalılar?

THALES: Hesabım doğru çıkarsa bir yıl sonra bugün güneş tutulacak. Ay güneşle dünyanın arasına girecek.

Gün geceye dönecek.

ADAM: Ne diyorsun. Tanrı korusun.

Aradan seneler geçtikten sonra ünlü tarihçi şunları yazıyor:

HERODOT: Lidya hakanı Alyattes ile Media hükümdarı Kyakseres savaşta boğuşma iyice hızlandığı sırada birdenbire gündüz gece oldu. 28 Mayıs 585. Günde bu değişmenin olacağını Miletli Thales günü gününe tam bir yıl önce İyonyalılara söylemişti.

Ona zaman zaman gülseler de, bilgilerinden ötürü çekinti duysalar da, bu olaydan sonra Thales’e En Akıllı Adam dediler. 7 Akıllı Bilgenin En Akıllısı. Bu bilge kişi bilimin doğduğu Anadolu’nun Ege sahillerinde 78 yıl yaşadı. Antik Ege insanının düşünme sanatının yarattığı, ruha derin bir canlılık verdiği bu yerde, bir çok akıllı adam, insanoğlunun tarihinde ilk defa, pratik bir fayda için değil, doğanın sırlarını bulmak için düşündü. Evrenin gizini kendi içinde, kendi akıl kıvrımlarının arasında aradı. Bu zorlu uğraş, bilimce çabalamanın ilk tohumu, ilk kıpırtısıydı. Akıl ortamında insan ilk kez özüne inen soruyu yankıladı. 

 

DOĞANIN TEMEL MADDESİ NEDİR?

THALES: 

Bir çanak su.

Ak martıları çeken ne denizin üstüne?

Gecenin çiğini emince nasıl da canlanıyor çiçek? Zeytin yapraklarını parmaklarının arasında ez. Elin nasıl da nemlenir?

Her şeyin özü su?

Deniz,

Göl,

Irmak kıyısında ağaçlar yeşil.

Toprağı karıştırsan küçük böcekler kaynar.

Suyu emen toprak bile canlıdır.

Oysa çöl

Ölü.

Taşlaşmış gibi görünen çöl kertenkeleleri içinde suyu bol olan kaktüslerin yakınında yaşar. 

Her şeyin atası su.

Su herşeyin özü.

Doğanın temel maddesi sudur Thales’e göre.

 

Milattan önce 600’lerde insanoğlu ilk kez evreni bir bütün olarak görmeyi öğrendi. Artık her cisim kendi iç yapısında bir bütün olmanın yanı sıra, diğer cisimlerle de bir başka bütünlüğün içindeydi. Her şeyi, her canlıyı oluşturan bir tek temel madde vardı. SU. Hepsi sudan oluşuyor, sudan gıdalanıyordu. Aristo’ya göre Thales, “Bütün nesnelerin yaradılışının nemli olmasından bu düşünceye vardı.”Daha sonra ki yıllarda Aristo’nun daha olgunlaştırarak düşündüğü gibi bu eski Miletliler maddeyi aktif sebebinden ayıramamışlardı. Şöyle düşünülebilir ki Thales, hayatla en yakın ilgisi olan şeyi, suyu seçti. Ve su ortamında bütün evrenin canlı yaşayan bir organizma olduğuna inandı.

Thales’e göre, “Alem birdir. Alemin aklı Tanrı’dır. Her şey hem canlıdır, hem de Diamon’ larla doludur. Tanrısal güçle su her yere nüfuz ederek eşyayı meydana getirmiş, ona hareket vermiştir. Su her şeyin aslıdır. Ve alemin aklı olan Tanrı her şeyi sudan yapmıştır.”

Thales Mısır’da kaldığı döneme ait yaşamında belki de Babil ve Mısır mitolojisi ile de yakından ilgilenmiş ve etkilenmişti. Onlardan da, Homeros’un anlatımındaki İyon mitolojisinde de OKYANUSLAR BÜTÜN YAŞAMIN KAYNAĞIDIR. 

Aynı düşünceye Zerdüşt’ün Zeryane Telakkisi ve Tiyamat dediği sonsuz okyanus karşılık olabilir. Zerdüşt’e göre bütün var olanlar ve erkek dişi ilk iki insan Anşar ve Kişar sudan meydana gelmiştir.

Türk yaradılış efsanesinde de HER ŞEYDEN ÖNCE SU VE TANRI KARAHAN vardı.

Bugün bile bir çok bilim adamı gözlerini iyice açıp güneşin çevresinde dönen gezegenlere bakıyorlar. “Su var mı?”diye. Suyu olmayınca yüzyıllarca tanrıça bilinen ay bile çopur yüzlü görünüyor. Çağımız bilginleri oksijensiz ortamda yaşayan canlıların bilgisine sahip oldukları halde yaşamı sudan ayrı düşünemiyorlar.

Denir ki Thales geometriyi Mısır’da öğrendi. Öğrendiklerini ve bulduğu teoremleri Ege uygarlığına taşıdı. Hiçbir zaman yazmazdı. Ne düşündüğünü, ne bulduğunu yazmazdı hiç. Çoğu zaman çevresindekiler onun şöyle söylediğini duyarlardı:

“Çap daireyi tamı tamına ikiye böler.

Kesişen düz çizgilerin karşı açıları eşittir.

Daire içinde çapı gören açı dik açıdır.

Taban ve tabana komşu olan açılar belliyse üçgeni tespit etmek mümkün olabilir.”

Buna rağmen gemilerin karadan uzaklığını saptadığı zaman mucize yarattığını zannediyorlardı. İyon uygarlığı sona ererken sitelerin birleştirilmesi ve bir merkez tarafından yönetilmesi ile ilgili olarak verdiği öğüde kulak asmamışlardı. Oysa tarihçiler bunun en yararlı öneri olduğu konusunda birleşirler.

Thales’in hiçbir şeyi yazma alışkanlığına sahip olmayışı çoğu kez onun hakkında bazı bilgilerin doğru olarak zamanımıza gelmesini engellemiştir. Bunun en çok tarihçi Herodot’un ve düşünür Aristo’nun bize aktardığı bilgileri kullanıyoruz, Thales’i anlatmak için. Fakat bilinen bir gerçek var ki Thales bilimi ile antik düşünceyi ve gözlemi uyaran ilk kişiydi.

***

Binlerce yıl önce insanlık aklın, zekanın, mantığın karanlık derinliklerinde yaşarken, doğru düşünmenin, gerçekleri aramanın eşiğinde, elbette nereye doğru gideceğini, doğanın sırlarını bulmak için nereden yola çıkacağını pek bilemiyordu.

Şimdi toprak altında kalmış, ya da kazılıp çıkarılmış, yabani otların örttüğü antik Ege kentlerinde binlerce yıl önce, evlerin içinde, kırlarda pek çok kişi gerçeğe varmak için doğanın sırlarını arıyordu.

Gün doğumundan gün batımına, yine gün doğumuna kadar süren uzun sinirli tartışmalardı bunlar. Çoğu kez ilk çıktıkları yere geliyorlar, tartışmaların sonunda hayatlar bitiyor, hiçbir sonuca varılmadan akıp gidiyordu zaman.

Karanlıkta hafif bir ışık aranıyordu. THALES BU IŞIĞI BULDU.

 

 

 

“Herşey sonsuzdan gelir ve ona döner. Yaratılıp yok olan sayısız dünyalar vardır. Tüm varolanlara hareket ve hayat veren Apeiron’dur. Bu cevher belirsiz bir şeydir. Çünkü her belirli olan şeydir. Çünkü her belirli olan şey, zıddının varlığını da şart koşar. Bunun için başlangıçta hiçbir belirlemeye gelmeyen sıfatsız bir şey vardır. Bu belirsizlikten, sonraları zıtlar şeklinde ayrılarak, bütün cisimler ortaya çıkmıştır. Her şeyin Apeiron’dan gelip Apeiron’a dönmesi alemin esas düzenini oluşturur.”

                                           

III

ANAKSİMANDROS

Çocuk, küçük çocuk, ellerini başının altına alıyor, çözüyor, bir daha alıyordu. Ay bacaya değdi, değecek. Küçük çocuk, minik çocuk, ellerini başının altına bağlıyor, çözüyor, kıpırdanıp duruyordu. Gözleri aydaydı. Derin bir soluk aldı. Ay bacaya değdi. Bir baykuş öttü. Ürperdi çocuk.

ÇOCUK: Kiremite çıkabilsem ayı tutabilir miyim?

Bir baykuş öttü. Baykuş geldi bacaya kondu. Küçük çocuk çarçabuk gözünü kaçırdı oradan. Gökyüzünün bir başka yerine çevirdi. Yıldızların derin, ama uzak derin parlayan bir yerine. Ürperdi.

ÇOCUK: Ödüm patlıyor gökyüzünden.

Binlerce yıl, bilemeyeceğimiz kadar yıl önce, insanlar korkuyordu, uzak derin gökyüzünden. Bilememekten korkuyordu. Bir masal, bir öykü uydurmalıydılar, sözlerini onlar söylesin, yazılarını onlar yazsın ki titremesin damarları. Kendi yalanları kadar korksunlar. Göğün derinliği kadar korksalar dayanabilirler miydi? Küçücük bir yalan, küçücük bir korku demekti. Önce yer ve büyük olan gökyüzü yaratılmış olmalıydı. İnsan küçücüktü çünkü...

***

Her şeyden önce KAOS vardı. Uçurum ve Sonsuz Boşluk anlamına gelen Kaos, karışık ve hiç bir şekil almamış olan uçsuz bucaksız boşluğu ve karanlığı tanımlıyordu. Kaos’tan geniş göğüslü yer, GAİA çıktı. Sonra sevginin temeli, bütün varlıkları, her şeyi kendine doğru çeken, birleştiren, hayatı kuran, çoğalma sembolü EROS, aşk doğdu. Derken gece oldu. Birleşerek yerin üst tabakasının ışığı olan AITHER ve yer yüzünün ışığı olan HEMERA’yı yarattılar. Işık meydana geldi. Yaradılış devam etti. GAİA’dan ölmezlerin yeri olan yıldızlarla süslenmiş olan gök, URANUS oldu. Yer, tamamıyla kendini kaplasın, içine alsın diye kendi büyüklüğünü verdi. Yer, Gök, Deniz Tanrılarıyla beraber diğer büyük tanrılar OLİMPOS’ta otururlardı. Görkemli bir yüce dağın göklere yükselen en yüce tepesinde...

PROMETE ilk insanı balçıktan yarattı. İlk insanın vücudunu yapmak için balçığı kendi göz yaşları ile karıştırdı. İnsanı yarattı. İlk insan, doğanın bu en korumasız yaratığı, yapayalnız, göğe korkuyla baktı. Dizlerinin üstüne çöktü. Gözleri göğün derinliklerini aradı. Yaratıcısına tapmak için.

Gök büyük, gök ulu. İnsanda tapınma duygusu uyandırır. Gök insanda tapınma duygusu uyandırır.

Göklerin tanrılara ait olduğu çağlarda, göklerin tanrısal olduğu çağlarda, bir ölümlü göklerin mitolojik zarını araladı. Beliren sonsuzlukta yeni dünyalar, yeni gezegenleri ile yepyeni bir evrenin, yepyeni bir bilinmeyenin donuk ışıkları fark edildi.

Anaksimandros nasıl bir sezgiyle vardı bilinmez, ne güneş 4 atın çektiği Apollon’un ateş arabasıydı, ne de yıldızlar gökyüzüne çakılmış çivilerdi. DÜNYA EVRENİN BOŞLUĞUNDA BİR SİLİNDİR; HİÇBİR ŞEYE DAYANMADAN DURURDU.

Anaksimandros milattan önce 611 yılında doğdu. 65 yıl yaşadı. Anaksimandros Praksiades’in oğludur. Miletlidir. Batı Anadolulu. Thales’in dostu, dinleyicisi, öğrencisi Anaksimandros gemicilik işleri ile uğraşırdı, hayatını kazanmak için. Ve hocasının alışkanlıklarını sürdürür, gökyüzüne bakar, düşünürdü.

Düşüncenin bir engel, gerçeğe yönelen bir kimse için bir ağırlık ve bir sıkıntı olabileceği sanılmıştır zaman zaman.

EMERSON doğaya, “Geçmişe hiç inanma. Ben sana evreni yepyeni ve hiç tadılmamış şekliyle sunuyorum” dedirtir.

LORD TENNYSON ise şöyle ifade eder:

“Kalp öfkeli bir adam gibi başkaldırdı 

ve cevap verdi 

His-set-tim.”

Antik doğa bilgininin sezgisinden, hissetmesinden başka hangi birikimi vardı, neyi vardı, evrenin gizini çözmek için.

ANAKSİMANDROS GÖĞE BAKTI VE HİSSETTİ. 

“Gökte herbiri birer dünya olan yıldızların binlercesi bir büyük yörüngede, dünyanın çevresinde dönerler”diye düşündü. “Sonra daha yukarılarda ay, daha yukarıda güneş dünyanın çevresinde dönerler.”

EVRENİN YÜCELİĞİNİ İLK FARKEDEN İNSAN KOSMOS’UN BÜYÜKLÜĞÜ KARŞISINDA ERİDİ. DÜNYA İNSANLIK TARİHİNDE BU GİZİ İLK HİSSEDEN OYDU. 

“Akıl ve sezgi insanı yüceltir”diye düşündü. Sonra bir çocuk gibi, “İnsan evrenin merkezinde. Yıldızlar da, ay da, güneşte hep onun için döner dururlar gökyüzünde. DÜNYA MERKEZDİR!..”diye çın çın çınladı sesi. “TÜM KAİNAT İNSAN İÇİN!...”

Bilimin çocukluk çağında insanlar buna öylesine inandılar ki, inançlarından ötürü sevinç duydular. “Tüm kainat insan için.”

Anaksimandros’tan 400 yıl kadar sonra Cladius Ptoleme evren problemi üzerinde düşündü. Ayın safhalarını çizdi. Ve dünyanın evrenin merkezinde hareketsiz durduğunu bir kez daha ileri sürdü.. Gezegenlerin yıldızlardan farklı olduğunu söyledi. “Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jupiter ve Satürn gezegenlerdir. Güneşin çevresinde dönerler ve dünyaya yıldızlardan daha yakındırlar”diye düşünüyordu.

İsa’dan önce 150 yıllarında yine de “Evren’de her şey, her oluş insan içindi.”

Ve Promete’den sonra 1400 yıl insanlar buna inandılar. 2500 YIL ÖNCESİNİN BİLİMSEL AŞAMASI İNSANOĞLUNA MUTLULUK VERDİ.

***

Bilimsel aşama... Bilimsel kurallar... Çağ çağ değişen bilimsel kanunlar.

Bilimsel kanunlara ulaşmanın 3 aşaması vardır:

Birincisi, kuvvetli anlamı olan olguları gözlemektir.

İkinci kural, isabetli ise bu olguların izahını verecek bir hipoteze varmaktır. 

Üçüncüsü, bu hipotezden değeri gözlem ile kanıtlanabilecek sonuçlar çıkarmaktır. Bilimsel sonuç elde etmek, bilinenleri yorumlayıp, bilinmeyenin gerçeğe en yakın ihtimalini hesaplamaktır.

İlkçağ bilginlerinin evreni çıplak gözle gözlemek, düşünmek ve sezmekten başka hiçbir aracı yoktu.

Görmek... Düşünmek... Ve Sezmek...

Oysa gözün çeşitli renklere ve ışıklara duyarlılığı farklıdır. İnsan “güneşi görüyorum”dediği zaman, sadece bir uzay cisminin yaydığı ışığın 8,5 dakikada, 93 milyon millik bir mesafeyi aşarak, retina, optik sinir ve beyin üzerinde yaptığı etkiden bahsediyordur. Göz elbette yanılır. İnsan sınırlı doğal imkanları, sınırlı düşünce ve bilgi yoğunluğu ile elbette yanılabilir.

İlk uzay düşüncesi, gerçeğe atılan ilk adım. Fakat tanımlamada bir yanılgı.

İlkçağ ve ortaçağ süresince insanlar kendilerine sunulan evreni, dünyanın çevresinde insan için dönen gezegenleri ve yıldızlarıyla benimsediler.

***

Yeniçağın başlangıcında Polonyalı Kopernik evren düşüncesinde yeni bir çığır açtı. Kopernik Teorisi diye anılan kainat sistemi, “De Revolutionibus Orbitum Coelestium”adlı eserinde açıklandı. Güneş, dünyamızın da içinde bulunduğu bir gezegenler sisteminin merkezindedir. Dünya diğer gezegenleri ile beraber güneşin çevresinde döner.

Galileo Galile bir kaç yıl sonra cismi 30 defa büyüten teleskopunu geliştirdi. Ayın üstündeki dağları gördü. Bilinmeyen yıldızları gördü. Kopernik sistemini doğruladı. Dünyanın kendi ekseni ve güneş çevresinde döndüğünü daha kesin olarak ileri sürdü.

Bu buluş insanı ve insanın kainattaki gerekliliğini tehdit ediyordu. Galile’nin evren görüşü kilise tarafından zorlu bir yergi ile karşılandı. Engizisyon mahkemesi bu asılsız doktrinler ve batıl inançlardan vazgeçmediği ve telkinde bulunmaya devam ettiği için Galile’yi ömür boyu hapse mahkum etti.

 Kilise gerekçesini şöyle açıklıyordu, “Güneşin alemin merkezi olduğu ve yerinde hareket edemeyeceği kaziyesi saçmadır. Felsefe bakımından asılsızdır. Açıkça dine aykırıdır. Çünkü mukaddes kitaplarla tamamen zıttır. Arzın alemin merkezi olmadığı, bilakis hareket ettiği ve hem de günlük bir hareketle döndüğü dahi saçmadır. Felsefe bakımından asılsızdır. Teoloji bakımından da hiç değilse inançta yanlış ve batıldır.”

Bu yeni evren teorisi Papaların anlattıklarına karşı geliyor, onları yalanlıyordu. Ortaçağ insanı evrenin ta bir ucunda bir metal parçacığının üstünde yapayalnız terk edilmeye tahammül edemiyordu.

Newton’un evreninde ise hiçbir merkez yoktu. Gökyüzü cisimlerini yöneten kanun, çekim kanunuydu. Mekanik formüller doğanın her parçasını açıklıyordu.

Einstein’a göre en büyük hız olan ışığın hızı zaman için bir ölçüdür. Zaman olaylar dışında mutlak bir ölçü değildir. Ancak dünyaya bağlı göreceli bir ölçüdür.

Curie, makro kozmosu açıklamak için mikro kozmosa eğildi. Evreni açıklamanın yolu atomu incelemekten geçiyordu. Radyum’un kendi kendine enerji kaybederek kütlesinin azalttığı kesinleşince, madde ile enerji arasında kesin fark gören fizik anlayışı sarsıldı. Enerjinin birikmesi maddeyi oluşturuyordu. Evren bir enerji yığınıydı. En küçük parça atom ile en büyük evren arasında bir büyük benzerlik bulunduğu ve fizik alemin bu en büyük ve en küçük uçlarda aynı kanunların geçerli olduğunu saptadı. Kanıtladı.

Heisenberg, ışıktan çıkan enerji parçacıkları Photon, elektrikten çıkanların elektron olduğuna göre, bütün fizik enerjisinin sürekli dalgalar değil, cisimcikler, quantumlar olması gerektiğini ileri sürdü. Bir cismi oluşturan enerji parçacıklarını ondan ayırarak bağımsız bir enerji haline koymak mümkünse eğer, evrenin en küçük ölçeğinde olup bitenlere egemen olabileceğimizi kanıtladı.

Ay, güneş, gezegenler, milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki yıldızlar, quasarlar, pulsarlar, nebülözler, galaksiler... Kaos- Kosmos... Madde- Antimadde... Yörüngesine giren her cismi, her ışığı yutan kara delik... Bilinenleri ve bilinmeyenleri ile sonsuz karanlık, uzay.

***

ÇOCUK: Sonsuzluğu düşündükçe ödüm kopuyor gökyüzünden.

KOSMOS inceden inceye bölümlendirilmiş düzenli, güzel bir yapı olarak dünya düşüncesidir. Aslında Düzgün Ziynet demek olan bu kelimeyi UNİVERSUM, yani evrenin bütünü için ilk kullanan ANAKSİMANDROS’tur.

Anaksimandros evrenin büyüklüğünün sezgisine varınca evrenin temel maddesi üzerinde düşünmeye başladı. Thales evrenin temel maddesinin su olduğunu söylerdi. İnsan ve bütün canlılar suda yaşayan varlıklardan oluşmuşlardır. 

Anaksimandros’a göre hayatın temel maddesi bir cevherdir. Bu cevher APEİRON’dur. Bu cevher belirsiz bir şeydir. APEİRON her şeyi kaplar ve ona hayat verir.

Hayatın temel maddesi... Bu kavrama içerik kazandırma güçlüğü ilk metafizik kavramı getirdi. Apeiron evrensel ve sonsuzdu. Apeiron, kozmik madde, sonsuzdu ve kendi yaptıkları içinde tükenmezdi.

“Herşey sonsuzdan gelir ve ona döner. Yaratılıp yok olan sayısız dünyalar vardır. Tüm varolanlara hareket ve hayat veren Apeiron’dur. Bu cevher belirsiz bir şeydir. Çünkü her belirli olan şeydir. Çünkü her belirli olan şey, zıddının varlığını da şart koşar. Bunun için başlangıçta hiçbir belirlemeye gelmeyen sıfatsız bir şey vardır. Bu belirsizlikten, sonraları zıtlar şeklinde ayrılarak, bütün cisimler ortaya çıkmıştır. Her şeyin Apeiron’dan gelip Apeiron’a dönmesi alemin esas düzenini oluşturur.”

Anaksimandros’a göre varoluş hiç bitmez. Bu antik Ege filozofu asırlarca sonra gelişen tasavvuf düşüncesinin de kaynağıdır.

Anaksimandros’la birlikte düşüncede bir ilerleme kaydedildi. Alemin prensibi olarak gözle görülmeyen, elle tutulmayan bir kavram düşünüldü. Böylece olgular kavramlı olarak incelenmeye başlandı.

Denildiğine göre ilk coğrafya haritasını çizen ve Zodyak’ın eğikliğini bulan Anaksimandros’tur.

Gün dönümlerini ve gece gündüz eşitliğini gösteren güneş saatini yapan, GÖKYÜZÜNÜN İLK HARİTASINI ÇİZMEYE ÇALIŞAN ve ilk olarak doğa üstüne kitap yazan ANAKSİMANDROS’tur.

Evrim düşüncesine ilk el atan kişi yine Anaksimandros’tur.

Anaksimandros derdi ki, “İlk canlılar dikenli kabuklara sarılı olarak ıslaklık içinde oluşmuşlar ve yıllar sonra kuru yere çıkmışlar. Kabuğun çepe çevre yarılması ile kısa bir zaman başka türlü yaşamışlar. İnsanlar diğer canlılar gibi okyanuslarda yaşarlardı. Ama belki başka tip canlılardan oluşmuşlardı. Çünkü öteki canlılar doğduktan kısa bir zaman sonra kendilerine yiyecek bulabildikleri halde, insan uzun bir bakıma ihtiyaç gösteriyor. Başlangıçtan beri böyle olsaydı, kendini kurtarıp, yaşatamazdı.”

Darwin 2400 yıl sonra evrim teorisini bulmamıştır. Mevcut teori lehine birçok deliller bulmuş ve sebebini göstermek için Doğal Seleksiyon verdiği bir mekanizma düşünmüştü sadece. Darwin’e kadar giden evrim düşüncesinin ilk yaratıcısı Anaksimandros’tur.

***

Kosmos, Universum, evren, evrim, Apeiron, Sonsuz Cevher.

Batı Anadolu antik doğa bilgininin sezgisinden başka hangi potansiyeli, hangi birikimi, hangi aracı vardı evrenin gizini çözebilmek için.

Bir yanda kalın mitoloji bulutları, 

Bir yanda uçsuz bucaksız evren,

Bir yanda çocukluğundan beri öğrendiği eski bilgiler, inançlar,

Bir yanda, insan zekası.

Ve insan her alanda, inancını kanıtlar üstüne kurmayı, umudu üstüne kurmaktan daha zor bulurken, bilge kişi zoru seçer, insanlık adına zora koşar kendini.

HERAKLİT

“Bir ırmakta iki kez yıkanılamaz. Çünkü sular değişmiş, akıp gitmiştir. Aynı ırmağa girenlerin üstüne hep başka başka sular akar. Görünüşte ırmak aynı ırmaktır. İçinde akan su değişir. Aynı ırmağa hem girebiliriz, hem giremeyiz. Giren hem biziz, hem biz değiliz.”

                                            

 

 

IV 

HERAKLİT

 

Yer, antik bir Ege kentinin deniz sahili. Adam gözlerini sahili yalayan sulara dikmiş. Denizin hışırtısı. İçinde yankılanan antik lir tınısı. Dudağına yapışıp kalmış ıslığın sesi. Başının üstünde zeytin yaprakları arasından kırpışarak süzülen güneşin ışıltısı.

Adam kibriti çakıp sigarasını yakar. İki adım ileride denizin aşındırdığı oyalı işlemeli bir sütun kalıntısının üstüne oturur. Kitabının sayfalarını çevirir, okumaya ve düşünmeye başlar.

“Bir ırmakta iki kez yıkanılamaz. Çünkü sular değişmiş, akıp gitmiştir. Aynı ırmağa girenlerin üstüne hep başka başka sular akar. Görünüşte ırmak aynı ırmaktır. İçinde akan su değişir. Aynı ırmağa hem girebiliriz, hem giremeyiz. Giren hem biziz, hem biz değiliz.”

Adam sigaradan bir nefes çeker. Bir sayfa çevirir. Okumaya devam eder.

“Evrende duran ve kalan hiç bir şey yoktur. Zıtlar birbirini kovalar. Daha doğrusu her şey, her oluş kendi zıddına döner. Soğuk sıcak olur, sıcak ise soğuk. Yaş kuru olur, kuru ise yaş. Evren süreci bir yandan durmadan değişen ateş, öte yandan bir nehrin akışını andırır.”

Adam bir sayfa çevirir. Bir çocuk koşarak gelir. Babasının kolunu çekiştirir.

ÇOCUK: Ayımın kolu çıktı takar mısın, baba?

ADAM: Aynı ırmağa iki kez girebilir misin?

ÇOCUK: Girerim, ayım da girer. Beraber ayaklarımızı sokarız. Hem bugün girerim, hem yarın girerim.

ADAM: Aynı ırmağa iki kez giremezsin. Çünkü sular değişmiş, akıp gitmiştir. Aynı ırmağa hem girebilirsin. Hem giremezsin. Giren hem sensin. Hem sen değilsin. Söyle bakalım aynı ırmağa iki kez girebilir misin?

ÇOCUK: (sıkılır) Bilmiyorum. Uf... Ben ayımla oynayacağım. (koşarak uzaklaşır.)

Adam çocuğun arkasından gülümseyerek bakar, kitabın sayfasını çevirir. Okumaya devam eder.

Heraklit’e göre “Alemde değişmeyen sürekli şeyler varmış sanısı, zıtların fark edilmemesinden doğar. Çünkü alemdeki oluş, ancak zıtlıkların varlığı ve her şeyin kendi zıddına dönmesi ile açıklanabilir.”

Bütün değişmeler, bütün bu oluş ve akış içinde, her an kendi ve kendinin aynı kalan tek şey, alemdeki oluşu yöneten ve alemdeki bütün olgulara egemen olan kanundur.

Heraklit alemin düzenine egemen olan kanuna Logos adını veren verir. LOGOS akıldır ve bağlantılı sözdür. Her halde Heraklit alemi düzenleyen ve yöneten kanuna LOGOS adını vermekle alemdeki bağlantılı ve anlamlı bir düzenin egemen olduğuna dikkati çekmek ister. LOGOS tarafından yönetilen bütün değişmeler, belli bir oran içinde oluşur. Bu yüzden alemde hiçbir şey yok olmaz. Aksine her şey yepyeni bir bileşim içinde yeniden doğar.

***

Heraklitos.

Efesli Heraklit. Bir soylu olarak dünyaya geldi.. İsa'dan önce 540-480 yılları arasında yaşadı.

Yalnızlığı severdi. Kendisinin, daha öncekilerde olduğu gibi, çağdaşları ile de acı bir zıtlık içinde olduğunu fark edince, politik çabalarını ve umudunu da yitirdikten sonra toplum içinde yaşamaktan vazgeçti. İnzivaya çekildi.

***

İyonya Milattan önce 546’da Pers’lere boyun eğmişti. Heraklit, muhtemelen, Pers hakimiyetine karşı gelmek için birleşen ve başkaldıran İyon şehirlerinin Dara tarafından insafsızca cezalandırıldığı bir dönemi yaşamış olabilir. Belki de, düşüncelerinin böylesi karamsarlığa bürünmesine, kısa fakat görkemli ve özlü bir tavır kazanmasına yol açan olaylar yaşamıştı. İnsanın insana ettiği barbarlığı görmüştü.

Güç anlaşılmayı tercih etti. Ona İlkçağ’da Karanlık Heraklitos derler. Özellikle bu üslubu kullanırmış. Yalnız değerlendirme yeteneği ve zihin gücü olanlar kitaba yaklaşsınlar diye. Yapıtını adak olarak Artemis tapınağına koymuş.

Anlatıldığına göre Euripid, Heraklit’in DOĞA adlı yapıtını Sokrat’a vererek, “Ne dersin?”diye sormuş. Sokrat şöyle cevap vermiş: “Anladıklarım pek mükemmel. Öyle sanırım anlamadıklarım da.”

Yapıtın antik nüshası elinize geçse kapağını çekintiyle aralarsınız. Bir uyarıyla karşılaşır, irkilirsiniz.,

“Aralama Heraklit’i yaprağın sonuna dek.

Efesliyi.

Sarptır yol,

Kapkaranlık her köşe, yol bir ışık. 

Güderse ehli,

Her yer güneşten aydınlık.”

Heraklitos’a göre, evrende her şeyden önce ateş vardı. Bizim dünyamız da diğer dünyalar gibi ateşti. Sonra ateş suya ve toprağa dönüştü. Denizlerden çıkan buğular havayı oluşturdu. Ateşten gelen yer, sonra yine ateşe dönecektir. Sonra o ateşten yeni dünyalar ve yepyeni bir evren oluşacaktır.

Heraklitos için ARCHE, varlığın temel maddesi olan ateşti. Thales için temel madde SU, Anaksimandros için APEIRON- cevher, Anaksimanes için HAVA’dır. Heraklit ise ATEŞ’e temel madde olarak inanmıştır. Onun ana madde olarak ateşe inanması bir tesadüf değildir. Ateş sonsuzca değişen ve değiştirilen bir şeydir. Heraklit ateşin bu özelliğini bütün varlıklarda aradı.

“İnsanoğlu bilmez”derdi. “Zıt gerilimler lir ve yaydır, melodiyi oluşturan. Armoni, doğada zıt gerilimlerin beraberliğidir. İyi ve kötü aynı şeydir. Tanrı için her şey iyi ve doğrudur. Ama insanlar bazılarını iyi bazılarını kötü diye ayırırlar. Kendilerince ve algılayabildiklerince. Yukarıya giden yokuş, aşağıya giden inişle aynı yoldur. Tanrı, gündüz ve gece, kış ve yaz, savaş ve barış, tokluk ve açlık her şeydir. Herşey bir tek şeyin değişik görünümleridir.”

Bu doktrin zıtların sentezi ile gelişen HEGEL düşüncesinin tohumudur.

Uzakdoğu YİN-YANG felsefesinde de zıtlıklar benzer niteliklere sahiptir. Uzakdoğu düşüncesinde zıtların birleşimi bütünü oluşturur.

Heraklit metafiziği kozmik adalet kavramına dayandırır. Zıtlar biri diğerini mağlup etmeden çarpışır dururlar. Bu çarpışmadan ne kesin bir mağlubiyet, ne de mutlak bir galibiyet doğar. Ama her an yeni bir güç, yeni bir madde, yeni bir öz oluşur.

***

Bugün insanlığın durumuna bir göz atalım.

Gün geçmiyor ki  dünyanın her hangi bir yerinden, Ortadoğu’dan, Avrupa ülkelerinden, Amerika’dan, hele ülkemizden bir terör, bir savaş, bir vahşet haberi almayalım.

Paris’te 129 kişinin hayatını kaybettiği  300 kişinin yaralandığı terör saldırından sonra güvenlik önlemleri en üst düzeye çıkarıldı.

Ankara Garı önünde canlı bomba ile gerçekleştirilen terör saldırısında iki ayrı patlamanın sonucunda 95 ölü yüzlerce yaralı var .

Suriye’de son beş yıl içinde başlayan iç savaşta 500 binin üstünde ölü, sayısız yaralı, milyonlarca mülteci var.

Bitmek bilmeyen ve birbiri üstüne başlayan savaşlar insanlığın sonunu getirebilir.

***

Savaş her şeyin babası. Savaş ehr şeyin kralıdır. Kimini Tanrı, kimini insan, kimini köle, kimini özgür yapan savaştır.

Kozmos karşıt güçlerin gerginliği ile yüklüdür. Savaş ile doludur. Savaş bazı şeylerin bitimi, bazılarının başlangıcıdır. 

Yayın adı BIOS yani hayattır. İşi ise ölüm... Deniz suyu insanlar için içilmez, öldürücü, balıklar için içilir ve hayat vericidir. Savaş her şeyin babasıdır.

***

Heraklit kendinden sonra gelen düşünürleri de bir hayli etkilemiş. Goethe, Wether’inden başlayarak bütün eserlerinde Heraklit’ten vazgeçememiştir.

Hegel ise şu itirafta bulunur, “Heraklitos’un hiçbir cümlesi yoktur ki LOGİK’ime almış olmayayım.”

Nietsche,“Dünya her zaman gerçeğe muhtaçtır, o halde her zaman Heraklitos’a muhtaçtır”der. 

Bergson’da Efesli Heraklit’e önemli düşünceler ve semboller borçludur. Bir çok yazar onun için İlkçağ’ın En Büyük Düşünürü- AKLIN DEVİ der.

Politikayı sevmeyen Heraklit, kardeşine kral rahipliğini, Melankomas’a da Tiranlığı bıraktırmıştı. Devlet yönetiminde görev almamıştı ama yasalara büyük saygısı vardı.

“Yurttaşlar yurdun toprağı için dövüştükleri gibi yasalar için de dövüşmeliler. Aklın sesine kulak vermek te yasadır” derdi.

Bir gün Heraklit’i barış üstüne söylev vermeye davet etmişler. Halk Efes’teki tepenin eteğine kurulmuş 25 bin kişilik tiyatroyu hınca hınç doldurmuş. Heraklit hatip kürsüsüne çıkmış. Söylev sırasında ihtiyaç duyarsa içmesi için kürsüye konan bir bardak suyun içine bir avuç dolusu arpa unu serpmiş. Bir çöple karıştırıp içmiş. Sonra da çekilip gitmiş. Böylece barışı sözle değil bir sembolle tanımlamış. “Aza kanaat etmek, pahalı şeylerden vazgeçmek!..”

Bir gün de Heraklit’i ararken Artemis tapınağında çocuklarla çelik çomak oynarken bulmuşlar. O hiç oyunu bozmadan şöyle demiş; “Ne şaşırıyorsunuz, yoksa böyle yapmak sizinle beraber devlet idare etmekten iyi değil midir?”

***

Nietsche Heraklit’e öyle hayrandı ki BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT adlı yapıtını BÖYLE BUYURDU HERAKLİT diye okumak gerekir. 

Nietsche’yi okumalı Heraklit’i tanımak için.

Nietsche şöyle ifade eder ünlü kitabında:

“Zerdüşt  30 yaşında yurdunu ve yurdunun gölünü bırakıp dağlara çıktı. Orada ruhunun ve yalnızlığının tadını çıkardı. Ve on yıl bundan bıkmadı. Ama en sonunda gönlünde değişme oldu ve bir sabah tan ağarınca kalktı, güneşin karşısına geçti ve ona şöyle dedi:

-Ey ulu yıldız. Aydınlattıkların olmasaydı ne olurdu senin mutluluğun. On yıldır mağaramın önünde yükselip durursun. Işığından ve yolculuğundan bıkardın ben olmasaydım. Kartalım ve yılanım olmasaydı.

-Ama biz seni her sabah bekledik. Senden fazlasını aldık ve kutsadık seni bunun için. Bak, pek çok bal toplamış arı gibi bilgeliğimden usandım. Onu almaya uzanacak eller gerek bana. İnsanlar arasında yoksullarda zenginlikleriyle bir daha sevininceye dek vermek, dağıtmak isterim.

-Derinliklere de inmeliyim işte bunun için. Tıpkı senin denizin ardına inişin ve alt dünyaya ışık iletişin gibi.”

Böyle başladı Zerdüşt’ün batışı. Zerdüşt dağdan yalnız indi. Yaşlı bir adam belirdi birden önünde.

-Yabancı değil bu gezgin kişi. Yıllar önce geçmişti buradan. Adı Zerdüşt’tü. Değişmiş. Değişmiş Zerdüşt, çocuk olmuş. Uyanmış. Uyuyanlar arasında neyleyeceksin?

Zerdüşt cevap verdi, “İnsanları seviyorum.”

“Neden” dedi ermiş. “Ormanların ıssızlığına çekildim ben.İnsanları sevdiğim için değil mi?”

Zerdüşt cevap verdi, “Sevgi de ne söz. Ben insanlara armağan götürüyorum.”

Ermiş Zerdüşt’e güldü, “Öyleyse hazinelerini onlara kabul ettirmeye bak. Onlar yalnızlardan kuşkulanırlar. Bizim armağanlarla geldiğimize inanmazlar.”

Böyle Buyurdu Zerdüşt’te Heraklit etkisiyle böyle diyordu Nietsche

***

Çocuk bir elinde oyuncağı, bir elinde soyulmuş bir zeytin dalı, kumsalda koşarak ve ardında sürüdüğü dal parçasının ve seken küçük ayaklarının izlerini bırakarak gelir.

ÇOCUK: Ayımın kolunu taktın, baba. Baksana. Ne okuyorsun.

ADAM: (Bakışlarını kitaptan ayırır ve çocuğa döner.)

Heraklit’i. Bilge bir kişiyi. 2.500 yıl kadar önce doğmuş. Efes’te yaşamış.

ÇOCUK: Uf, ne kadar ihtiyarmış! Neden okuyorsun?

ADAM: Bilge bir kişiyi tanımak insanı yüceltir. Kişi bilgenin sözcüklerinin sezgisine varırsa yücelir. Bilge kişinin bilgeliğine yücelir. Bu yükseliş beni mutlandırsın diye okuyorum Heraklit’i, çocuğum.



 

 

 

Herodot Tarihinin önsözü şöyle der: 

“Bu Halikarnaslı Herodot’un insanlığa sunduğu araştırmadır. İnsanoğlunun yaptıkları daha sonra unutulmasın, insanları meydana getirdiği harikalar bir gün adsız kalmasın, bir de bunlar birbirleriyle neden dövüşürlerdi diye merakta kalınmasın diye yazdım.”

 

V

HERODOT

Masanın üstünde kitaplar var. Dışarıda bahar...

Masanın üstünde Friedrich Nietzch’nin Tarih Üstüne adlı kitabı. Altında küçük bir yazı var kitabın. “Von Mutzen und Nachteil Der Histori Fur Des Leben”yazılı. Yaşama için tarihin yararlılığı, yararsızlığı anlamına geliyor. Yaşama için tarihin gerekliliği. Sonra başka bir kitap Alban G. Widgery’nin “Tarih Üstüne Büyük Öğretiler”. Tarih anlayışı üstüne bir kitap. Tarihin tarihi de diyebiliriz buna. Sonra bir başkası. 639 sayfalık bir HERODOT TARİHİ. Yazarı HERODOT:

Masanın üstünde kitaplar var. Dışarıda bahar...

Ne güzel kokularıyla bahar. Ful, Hanımeli, portakal çiçekleri, gül kokularıyla bahar. Burası Ege kıyıları. Güney Ege’de bahar nasıl acaba? Her yörede başka kokular bulutlaşır. Göller gölgesinde gül kokularına iğde çiçeği karışır. Bir başka yerinde Anadolu’nun akasya ağaçlarından ilkbahar akar...

HERODOT TARİHİ. 2.400 yıl kadar önce Bodrum’da portakal çiçekleri var mıydı acaba? Herodot’un doğduğu Bodrum’da. O zaman ki adıyla Halikarnas’ta. Portakal, limon çiçeklerinin kokusu insanın çevresini sardı mı, bütün sertlikler eriyor gibi. En cellat Tiran’a portakal çiçekleri sunsanız binlerce kişiyi ölüme, acıya sürer miydi acaba? Bu güzel bahar kokusuna kanın ekşi, yanığın boğan kokusunu karıştırmak ister miydi? Bir yazar Herodot, bu kokuların altında, kıyımları, savaşları, kötülüğü, bencilliği böylesine kitabına yazabilir miydi? “Kaderin elinden bir Tanrı bile kurtulamaz”

Sözcüklerindeki ümitsizliği yaşayabilir miydi? Sanmıyorum. Sanmıyorum Herodot’un doğduğu Halikarnas’ta 2.400 yıl kadar önce limon ağaçları, portakal çiçekleri olsun.

En çok çocuklarımıza insan düşüncesindeki gelişmelerden, insan güvenliğindeki ilerlemelerden çok, savaşları, ezenlerin, ezilenlerin tarihini, öykülerini anlatıyoruz. Eğer yaptıklarımız savaşlar artık olmasın diye ise bütün dünyada hiç işe yaramadığı kuşkusuz. Savaş öyküleri, savaşların tarihi yeni savaşların işine yarıyor. Bütün tarih kitaplarından savaşları silseydik, büyükleri hiç anlatmasaydı, acaba savaşı çıkar bir yol olarak görürler miydi? Fakat Herodot kitabına çok iyi kazımış bunu, milyarlarca insan kanı da silememiş,

Emerson’un bir sözü var: “Çok Övündüğümüz tarihin boş ve zavallı bir kasaba hikâyesinden başka bir şey olmadığını görmek beni utandırıyor”diyor. İnsan insanın binlerce yıl önce yaptığı kötülüklerden utanç duyuyorsa, bu ümit verici bir şey, Tarihin yararlılığı, yararsızlığı. Konumuz bu değil elbet. Konu portakal çiçekleri de değil. Konu HERODOT. Binlerce yıl önce yaşamış binlerce yıl sonrasında çağından ışık tutmuş biri.

İnsanoğlu her dönemde, kendine en yakın canlıyla, hayvanla hep kendini karşılaştırmış. Sanki hayvanı kendine zorlu bir rakip gibi görmüş. Demiş ki, “Bak ben hayvandan ne kadar güzelim, ne kadar güçlüyüm. Atın ayakları kollarımdan kuvvetli, ayaklarımdan çevik, Ama ben akıllıyım. Bak küçücük bir motor yaptım. Yüz, ikiyüz beygir gücünde. Uçağımın hızına hiçbir tanrı yapısı kuş erişemez. Uçan kuşlarla deniz memelileriyle karşılaştırmış kendini. Daha soylu, daha akıllı, daha işbirlikçi, daha güzel olduğunu hep kanıtlamaya çalışmış her nedense. Bir çok insan üzerinde derin izler bırakan Alman düşünürü Friedrich Nietsch de tarih olgusunu düşünürken hayvandan bir türlü vazgeçememiş. Nietsche şöyle demiş:

“İnsan, bir göz açımlık yaşantının kayığına bağlıdır.

Oysa sıkar kişiyi bu durumu görmek. Böylesine yaşayamaz kişi, kendi kişi soyu ile böbürlenir hayvanın karşısında. Bıkkınlık veren acılar içinde yaşamak istemez hayvan gibi.

Kişi, neden mutsuzluğundan söz açmazsın, neden bakar durursun bana diye sorar hayvana. Şunu söyleyesi gelir hayvanın, bir karşılık olsun diye ‘Ne varsa unuturum ben, söylemek istediğimi bile.’İşte böyle tarih dışı yaşıyor hayvan. Tekrar eden bir sayı gibi şimdiki zamanın içindedir. Geriye ilgiye değer bir iz bırakmaz. Tarih insan yaşamının yararınadır.”

Demek Nietsche, Herodot’un asırlar sonraki çocuğu tarihi insanlık için gerekli buluyor. Onlara göre insanı hayvanın yanında üstün kılan bir tanım da bu. Tarihçi için de birkaç cümle var.

“Tarihçi basit bir olay yazıcı değildir. Birbiriyle çelişen fikirleri, olayları bir bütünlük içinde arayan kişidir. Bir gerçek arayıcısıdır.”

Tarihçi vaktiyle yaşanmış olayları tekrar yaşayacak, vesikalar yardımı ile hayatın oluşumunu yeniden kuracaktır. Demek tarihçinin kişiliği yazdıklarını etkiliyor. Olayı hangi gözle gördüğü önemli. Taraf tuttuğu, ne taraftan olduğu önemli. Oysa amaç tarihçinin de, tarihin de tarafsız olması. 

Bir politikacı yakın geçmiş bir olay için “Tarih hükmünü verecektir” derken, o olayın bir zaman geçtikten sonra, onu yaşayan, ona katılan kişilerin duygusallıklarının etkisi kalmayınca, hatta onlar yer yüzünde olmayınca, gerçeğin anlaşılabileceğine inancını belirtiyor. Bir umut bu. Acaba tarihçi yıllar sonra olaylara nasıl katılıyor. Hiç taraf tutmuyor mu? Sözünü dinletebilmek için seslendiği kitlenin eğilimlerine, inançlarına, duygularına uygun hareket etmiyor mu?

Örneğin Herodot’un eski kavimler hakkında anlattıklarında doğru olan şeylerin yanında efsanevi anlatımlar da yer alır. Sık sık Tanrılar karışır işe. İlgi çekmek için uydurulan ve masal tadına dönüştürülen yerler de vardır. Herodot Tarihinin 3. kitabı THALIA’da, “Bir çöl vardır”diye yazar Herodot.

“Bir çöl vardır ki bu çölde kum içinde dev karıncalar ürerler, köpekten küçük ama tilkiden daha büyük olurlar. Bu karıncaların inleri yer altındadır. Ve yer altındaki kumu yer yüzüne taşırlar. Bu kum altınlı kumdur. Çöle varınca Hintliler getirdikleri küçük torbalara çarçabuk kum doldurup dönerler Zira kokuyu alan karıncalar peşlerine düşerler ve dünyanın en hızlı canlıları olduğu için Hintliler atik davranmazlarsa bir daha geldikleri yere dönmezler.”

İtalya’da bir mezar taşından söz edilir. Taşın üstüne şunlar kazılıdır denir: “Bu toprak Lyxos oğlu Herodotos’un kemiklerini örtmektedir. Yurttaşlarının saldırılarına dayanamayarak kaçmıştı.”

Neden kaçmıştı yaşadığı topraklardan bir tarihçi? Nasıl bir adamdı bu Herodot? Kimdi? İnsanları yanıltıyor mu, doğrultuyor muydu? Herodot hep başka ülkelerden ve insanlarından söz etmesine rağmen, kendisinden pek söz etmemiş. Galiba o zamanın modası, antik yazarlar kendi özel gizlerini açmaya alışık değiller. Çok az belge var Herodot için.

Milattan 490 yıl önce doğduğu yazılıdır kitabın birinde, bir başkasında 484 yıl önce diye geçer. Doğum tarihinde bir anlaşmazlık var. Ama asıl zengin ve seçkin bir ailenin çocuğu olduğunda bileşiliyor. Annesinin babasının ismini anmak adet olmuş, insanoğlunun kimliğini belirlemek için: Lyxes ve Dryo’nun oğlu. Babası Lyxes ile annesi Dryo onun için önemli bir kişi, ancak bir önemli bir tarihçi almasına nasıl yardımcı olmuşlardır bilemeyeceğiz. Fakat ihtimal amcası Panyosis bir hayli etkilemiş olmalı Herodot’u. Güçlü bir şairdi Panyosis. Ve şairler o zamanın en önem verilen kişileriydi. Eğer Herodot zamanımızdan 2500 yıl kadar önce doğmamış da zamanımızda yaşamış olsaydı, bir sinema oyuncusu, bir şarkıcı, ya da bir futbolcu olsaydı, hakkında neleri bilmezdik. Özel hayatının en gizli noktaları toplumun gözleri karşısında kendinden geçer, sabahleyin yüzünü nasıl yıkar, sevgilileri kimdir gibi. Ama Herodot medya çağında değil, antik çağda yaşadı ve bir tarihçiydi. Günümüzden 2.500 yıl kadar önce doğdu. O zamanın insanları da 20. yüzyılınkiler kadar başkalarının hayatına meraklı olmadığı için hayatını pek bilemiyoruz Herodot’un. Ancak eserleriyle yaşamış günümüze dek. Denir ki Herodot olayları anlatırken, bildiklerinden hiç fedakarlık yapmazmış, Hepsini anlatır yazarmış.

Herodot zamanında insanlar küçük site devletler halinde yaşarlardı. Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir’in deyişi ile o kadar küçük site devletlerdi ki, toprağın üstüne uzansan yatsan, başın bir komşuya, ayağın bir diğerine uzanır.

Herodot gençliğinde öğrenimini çeşitli İyon kentlerinde sürdürdü. Sonradan umutsuzca yurdunu terk edip, İtalya’da yeni kurulan bir kenti yurt tuttu.

Herodot Tarihinin önsözü şöyle der: “Bu Halikarnaslı Herodot’un insanlığa sunduğu araştırmadır. İnsanoğlunun yaptıkları daha sonra unutulmasın, insanları meydana getirdiği harikalar bir gün adsız kalmasın, bir de bunlar birbirleriyle neden dövüşürlerdi diye merakta kalınmasın diye yazdım.”

Herodot’un eseri, gidip gördüğü bütün ülkeleri, pek çok sayıda ulusun geleneğini, yaşayış biçimini ele aldığı için, yüzyıllar boyu ününü sürdürmüştür. Herodot kendinden öncekilerin verdiği bilgileri, adlarını anmadan kullanmakla ve kendini onlardan bilgili gibi göstermekle çağdaşları tarafından suçlanmıştır.

Herodot zamanında henüz bir çocuk olan Tarihçi Tükidides’in Herodot için bir eleştirisi şöyledir: 

“Gerçeği aramak zahmetine katlanan bir düşünürün, gelecek yüzyıllara yararlı bilgiler bırakmak isteğiyle değil, kalabalık karşısında okuyup, çabuk başarılar sağlamak için yazılmış.”Tükidides  ise böylesine sert eleştirir Herodot’u.

Pek çok bilim adamına göre ise Herodot, bir bilim adamı gibi davranmıştır. Bir taşın başında durup, etrafında toplanan ak sakallı dedelere ve onların minicik torunlarına gördüğü yerleri, bildiklerini aktarırken, insanın bildiğini insana, onlar daha rahat etsinler, daha hoşgörülü davransınlar, daha az acı çeksinler diye anlatmıştır. Anlattıklarının bir değeri var mıdır? Görmesini sonuç çıkarmasını bilen iyi bir gözlemci midir? Bunu sormak gereksiz. Bildiklerine ne kadar rüya kattığı da o kadar önemli değil.

Peki, öyleyse Herodot kimdir? Bir Egeli. Muhteşem bir insanlık romanı yazan bir adam. İnsanları, yönetimleri, çelişkileri, insanın dünya üzerinde kurduğu egemenliği anlamak için hala daha danışılan 2500 yaşında bir ihtiyar.

Ve 639 sayfalık HERODOT TARİHİ dokuz kitabıyla antik çağın gerçek öyküleri ile bir insanlık romanı...

 

“Ezop bir köleydi. Köle olmasına rağmen, rahat ve sözünü sakınmaz bir kişiydi. Anadolu’da en eski çağlarda serbest düşünceye saygı duyulan bir toplum düzeni vardı. İnsanları, toplum düzenini, yönetimi en serbest bir dille eleştirdiği,  yerdiği halde, bir köleyi hiç kimse suçlandırmadı. Özgürlükler ülkesi Anadolu’da huzur içinde yaşadı .Ta ki Atina’ya gidene kadar.”

 

 

 

 

VI

AİSOPOS

Tilki

Kurnaz

Köpek

Sadık

Yılan- Keçi – Maymun

İçten pazarlıklı – İnatçı – Taklitçi 

Ağustos Böceği

Tembel

Karınca 

Çalışkan – 

Aslan

Güçlü

İNSAN

İnsan?

İnsan, insan olalı beri doğanın içinde korumasız, silahsız bırakılıvermiş gibidir. Tek dostu, yine kendi aklı, bu durumda bile bir sevinç aramaya itmiştir onu.

İnsan?

İnsan tilki kadar kurnaz olmak ister, aslan kadar güçlü. İnsan, insan kölesinin kendine köpek kadar sadık olmasını ister. Yılan gibi içten pazarlıklı olmak ister. Keçi gibi inatçı. İyi olmak ister. O iyi bir insandır diye övülmek.

İnsan?

İnsan her şeyi ister. İnsan en iyi olmak ister. İlkel insan hiçbir sınır çizemediği, göz alabildiğine uçsuz bucaksız dünyasına, dünyasının dağlarını, ormanlarını, denizlerini hayvanlarla paylaştı. Yırtıcı, sokucu, yiyeceğine ortak yaban hayvanlar; yardımcı, sokulgan, insancıl evci, dost hayvanlar. İlkel insan gördü ve tanıdı, Hayvan kurnazsa kurnazlığında ısrarlıdır, tembelse tembelliğinde, güçlüyse güçlülüğünde, Oysa insan bugün çok güçlüdür, karşısında yüzbinlerce insanı titretir.

Bu günün gecesi tembeldir. Yarın kinci, Bir sonraki gün hoşgörülü. İnsan bu tutarsızlığı ile insan için güvenilmezdir. Ürkütücüdür.

İnsan, insandaki bu tutarsızlığı kınamak, insan, insana güven duymak, şu kocaman evrende birbirine dayanmak, büyümek, doğaya hükmetmek için, insana hayvan masalları anlatır, ta ilk çağlardan bu yana. Hayvan masalları insana ahlak dersi verir. Akıllı olan insana aklını kullanmayı öğretir.

“Dişi bir kartalla dişi bir tilki arkadaş olmuşlar. Birbirlerine yakın oturmuşlar, dostlukları ilerlesin diye. Kartal havalanmış, ulu bir ağacın tepesine yuva kurmuş. Özenmiş. Yumurtlamış. Yuvam diyebilmek için yumuşak tüylü boz yavrular çıkarmış, Tilki ulu ağacın dibindeki çalılığı yurt tutmuş. Yavrulamış. Günün birinde tilki azığını aramaya çıkmış. Kartalın da karnı açmış. Yiyecek bir şey bulamayınca çalılığa çullanmış, tilkinin eniklerini kaptığı gibi yuvasına götürmüş, yavrularıyla birlikte yemiş. Tilki dönüp de eniklerini göremeyince işi anlamış. Anlamış ta, ana yüreği yanmış. Kor kor olmuş. Sızlamış. Dikenli çalıların üstünde yuvarlanmış. Dört ayaklı bir hayvancağız. Oku yok, göklerde uçan kanadı yok. Öcünü nasıl alsın. Boynunu büküp ah etmiş. Kartal bu hainliğinde ısrar eder. Bir gün bir grup adam kırda oturmuş bir keçi kurban ediyorlarmış. O zamanlar insanlar kestikleri kurbanların bazı yerlerini yer, bazı yerlerini ateş üstüne koyar. Kokusu Tanrılara ulaşsın diye yakarlarmış. Kartal hemen oraya da çullanmış. Tanrılar için yakılan etlerden bir parçayı alevler içinden kapıp. Yuvasına götürmüş. O gün rüzgarlı bir günmüş. Etin içinden bir kıvılcım sıçramış, ulu ağacın gövdesine düşmüş. Alevler yalım yalım yuvasını sarmış kartalın. Yavrular uçacak kadar tüylenmemişler daha. Tutuşup yere düşmüşler. Alevin yalımı tilkinin gözlerine vurmuş sanki. Seğirtip gelmiş. Kartalın gözü önünde yavrularını birer birer yemiş. Kartal neye uğradığını bilememiş.

Ey insanoğlu, bu masaldan ibret al. Dostluğa hainlik ettin mi, oyun ettiğin kimsenin gücü yetmez diye güvenme. Onun elinden gelmese bile, Tanrı o kötülüğü senin yanına koymaz.”

Ege’de 2600 yıl önce Aisopos adında biri. Bir köleymiş. Böyle öğüt vermiş köle çocuklarına, köle torunlarına. Aisopos antik çağda yaşamış, ölmüş. Ege’nin insanı onu unutmuş. Sonra yeniden Fransızlardan öğrenmiş, Milattan 620 yıl önce, böyle bir köle yurttaşının doğup yaşadığını. Ve ondan sonra onu Fransızların diliyle Ezop diye anmış. Sart’ta mı, Trakya’da mı. Yoksa Frigya’nın Amorium kentinde mi, yani bugün Emirdağ’da mı doğduğu tartışılır. 

Söylendiğine göre Sakız adalı Ksantos’un kölesiymiş. Böyle bir köleye sahip olmak bir hayli ünlendirmiş Ksantos’u. Öyle ya Sakız adasının tümüne sahip zengin olsaydı da böylesine anılmazdı adı yüzyıllar sonra.

Aisopos’u kısa boylu, esmer ve kambur olarak gösteren resimler bulunmuş. Bazı resimlerde de yedi bilgeyi güldürürken, ya da hayvanlarla konuşurken gösterilir.

Günlerden bir gün Sakız adasının ileri gelenlerinden olan Ksantos dostlarına, tanışlarını bir şölen verecek olmuş.

“Hemen git yiyeceklerin en iyisini, en tatlısını, en güzelini al.

Öyle parlak bir şölen sofrası kur ki, gelenleri hepsi parmaklarını ısırsın.”

Aisopos buyruğu kendince yerine getirmiş. Konuklar şölen sofrasına oturduklarında ne görseler beğenirsiniz? Bütün yemekler, salatalar, tatlılar hep dilden yapılmamış mı?

Konuklar burun kıvırmışlar. “Bu mu demişler senin şölen dediğin, biz de sanmıştık ki....”

Ksantos bir utanmış, bir utanmış ki sormayın. Hemen kölesi Aisopos’u çağırmış. “Nedir senin bu yaptığın, beni eşe dosta rezil ettin”diye çıkışmış.

Aisopos, “Siz bana dünyanın en tatlı, en güzel şeyini alıp getirmemi buyurmadınız mı?”demiş. “Dünyada dilden tatlı ne var. Bütün bilimlerin anahtarı dildir. İnsanlar onunla anlaşır. Tanrılara dilimizle yakarı, sevgimizi, dostluğumuzu dilimizle anlatırız.”

Ksantos’un kölesinin bu sözüne hak vermekten başka yapacağı bir şey yokmuş tabii. Aradan zaman geçmiş Ksantos bir şölen daha vermiş. Kölesine,“Bu kez de en kötü bildiğin yiyecekleri hazırla”diye buyurmuş. Çağrılılar şölen sofrasına oturduklarında, önlerine yine dilden yapılma yemek ve tatlılar gelmesin mi?

“Bre Aisopos, yine mi düştük oyununa”diye bağırmış Ksantos. Akıllı köle, sakin sakin cevabını yapıştırmış. “Dünyanın en tatlı, en iyi şeyi nasıl dil ise, en kötü şeyi de dildir. İnsanlar ne çekerse dilleri yüzünden çekerler.”

İlkçağ yazarlarından Maksimus Planudes MASALCI AİSOPOS’UN HAYATI adlı bir eser yazmış. Elyazması kitapta 358 masal var. Bu masalların hepsini Aisopos mu söylemiş, yoksa bazıları sonradan ona mı mal edilmiş, pek bilinmez.

Ezop köle olmasına rağmen, rahat ve sözünü sakınmaz bir kişiydi. Anadolu’da en eski çağlarda serbest düşünceye saygı duyulan bir toplum düzeni vardı. İnsanları, toplum düzenini, yönetimi en serbest bir dille yerdiği halde, bir köleyi uzun yıllar hiç kimse suçlandırmadı.

Ancak Aisopos bir gün Anadolu’dan kalktı, Atina’ya gitti. O sırada Atina’yı Peisistratos adlı zalim bir tiran yönetiyordu. Peisistratos’un zorbalığından bezen Atinalılar ona “Yılan”adını takmışlardı. Ezop durur mu hemen zorbalığı kınayan bir masal söyletiverdi.

***

Kurbağalar düzensizlik içinde yaşamaktan bıkmışlardı. İçişlerinden bir taç temsilci seçip Zeus’a gönderdiler. Kendilerine bir kral istediler. Zeus onların saflığına güldü, dereye bir tahta parçası attı. Kurbağalar tahtanın gürültüyle suya düşmesinden korkup, suyun derinliklerine daldılar. Tahtadan hiçbir ses gelmeyince meraklanıp başların sudan çıkardılar. Baktılar. Sonra bu sessiz sedasız yüzen tahtadan krallarını öyle küçümsediler ki, üstüne çıktılar, altından geçtiler. Onunla alay ettiler. En sonunda oyundan bıktılar. “Böyle de kral mı olurmuş”deyip Zeus’a gittiler. “Değiştir bu kralı, hiçbir şeye aldırdığı yokdediler.” Zeus kızdı, başlarına bir yılan gönderdi. Bu yılan kral gölde ne kadar kurbağa varsa hepsini birer ikişer yedi.

“Bu masal şunu söyler”der Aisopos: “Bir memleketin başında ne yaptığını bilmez kötü insanlar bulunmaktansa aldırışsız, ama içleri temiz kişiler bulunsun daha iyi.”

***

Kendisine karşı böylesine saldırgan olan bir köleye zulmünü yağdırmaz da ne yapar Peisistratos? Tüm zehrini toplamış canını almış. Ondan sonrada kendi büyüklüğü ile övünmüş. “Dili uzun bir köleyi yaşatmam ben. Düşüncesiyle, o halk bilgeliğiyle beni aşmasına izin vermem”diye düşünmüş.

İşte Fransızların diliyle Ezop, annesinin ve toplumunun söylediği gibi söylersek Aisopos, bir zalim tiranın kininin kurbanı olarak öldürülmüş 60 yaşında kısa, esmer, kambur, ak saçlı köle.

Ne diyelim onu anmak için. Uğradığı kini, kötülüğü nasıl yorumlardı bilgeliğiyle? Cevabını kendisinde arayalım.

Kötülükler, iyilikleri güçsüz bulmuş, yeryüzünden sürmüşler. Onlar da ne yapsın. Göğe yükselmiş, yüce Tanrı’nın önüne çıkmışlar. “Artık insanoğluna yardım edemeyeceksek, bizi yok et”diye yakarmışlar. Tanrı, “Siz insanoğluna gizlice birer birer gidin. İşinizi tez bitirin, dönün, gelin”demiş. O gün, bugün kötülükler insanın yanı başındadır. İyilikler ise onlara ulaşana kadar çok zaman geçer.

***

Şöyle der Aisopos: “Bir iyilik umduk mu çok bekleriz, Ama başımıza kötülük çabuk gelir, çatar”.

***

Aisopos 60 yıl yaşadı ve öldü. Bir köle ve bir bilge kişi olarak. Binlerce yıl sonrasına bilgeliğin pınarını akıttı.

ANAKSAGORAS

“MADDE VE AKIL...

Akıl yaratandır, madde yaratılan.

Oluşum birleşmedir,

Ölüm bütünlüğün bozulması.”

 

 

                                 

VII

ANAKSAGORAS

Apollon. Gün ışığının Tanrısı.

Babası, ışığın geldiği uçsuz, bucaksız gökyüzü. Anası, karanlık gece.

Ege denizinde, sert rüzgarların çarptığı kayalıklarda doğururken Apollon’u denizde dalgalar, gökte bulutlar kızardı.

Mavi deniz, mavi gök altın erguvan rengini içti. Gök gülümsedi. Bir ışık dağıldı ki, kuğu kuşlarıyla, martılar çığlık çığlığa bağırırdı.

Apollon, Gün Işığının Tanrısı doğdu.

Themis, Ay Tanrı, gökyüzünden inip, yeni doğan yavruya tanrısal içki Nektar Ve Ambrosia sundu.

Pırıl pırıl Apollon, güneş yüzlü Tanrı!

O an insanoğlu baksaydı ona gözleri kamaşırdı. Kutsal içkiyi yudumladı. Güçlendi birden. Kıpırtısıyla anasının sardığı kundak çözüldü. Gümüş kemer dağıldı.

Çocuksu genç sesiyle haykırdı Apollon:

“Bana güzel sesler çıkaran bir lir getirin. Bir ok ve bir yay verin bir elime de, mucizeler göstermek isterim.”

Şafak her sabah gecenin karnından doğar. Önce fısıldar sonra bağırır. Apollon’un geleceğini muştular. Aydınlık yüzlü Tanrı gelir, canlı, cansız her şeye sevinç ve güç verir. Gün ışığında toprağa düşen tohum çatlar. Çiçekler tomurcuklanır. Doğa, evren coşkuyla kıpırdanır. Bir müzik duyulur, dağılır. Apollon’un lirinden hayat yankılanır.

Ey Apollon! Günün parlak yıldızı! Ey ışık Tanrısı! Sabah erken tanyerinde kızıl ışıklarını bırakıp yükseldiğin an doğa, sevgi, melodi ve güzellikle dolar. Işığın altın bir yayın titreşimi gibi uzar, dağılır. Doğa, kuş cıvıltısı, yasemin, gül kokulu rüzgarın şarkısıyla senin uğurlu dönüşünü selamlar. İnsan ruhunun gizlerine sanatın tohumunu saçan senin nurlu varlığındır.

Kış gelince gökyüzünü kara bulutlar sarar. Mavi gök görünmez olur. Güneş ışıklarını çok uzaklardan göndermeye çalışır. Çünkü gezgin bir tanrı olan Apollon, kış olup ta bulutlar gökyüzünü kaplayınca çok uzakları gider.

***

İlk çağın şiirsel dini bütün doğa güçlerine tanrı sıfatları yüklemiş. Tanrılar, insan Tanrılar, Tanrısal güçlere sahip kahramanlar... Çok Tanrılı doğa dinlerine tapınmış ilk çağ insanı.

Bu çok Tanrılı din kavramı içinde ilk kez başkaldırır Anaksagoras. Bundan 2400 yıl önce bir duvarın dibinde, sol eliyle sağ omzunu kavramış, sağ yumruğunu göğe kaldırmış, avucunda siyah bir taş Anaksagoras öfkeyle haykırmaktadır...

Bu taş

Saydam siyah taş

Bir kıvılcım gibi göklerden düştü 

Gün ışığının tanrısı Apollon

Aldattın bizi...

Güneş senin nurlu yüzünmüş gibi 

Kandık sana

Adak adadık

Oysa bir taş

Güneş alev alev yanan bir taş 

Kor kor olmuş,

Işımış”...

Bu isyan, bu başkaldırış, devlet ve din adamlarının öfkesi ile karşılaşır.

BİR ADAM: Güneş Tanrıdır...

BİR BAŞKA ADAM: Güneş Tanrılıdır. Tanrılara dil uzatanın aklı yoktur. Tanrılara dil uzatanın akılsız başının gölgelediği yüreğinde korku yoktur. 

BİR KADIN: Tanrılar, devletin Tanrılarıdır.

TİRAN YARGIÇ: Onları inkar eden devlete karşı suç işler. Yargılanır.

Ölüm cezasına çarptırılır.

Zaman Milattan Önce 400’ler. İlk çağ.

Anaksagoras dine aykırı hareket etmekle suçlandırılıp, hakkında dava açılan ilk düşünürdü.

Batı Anadolu’da doğdu. Yetişti. Bilgeliğin sırlarına erdi. Milattan önce 462 yılında Yunanistan’a gitti. Orada yerleşti. 

Atina’nın gördüğü ilk büyük düşünürdü Anaksagoras. Ünlü devlet adamı Perikles’in etrafında toplanan bilginler sanatçılar arasında süratle kendini gösterdi. Batı Anadolu bilimini ve düşünce dünyasını, Atina’ya taşıdı. Çağdışı ve memleketlisi diğer bilgeler gibi, antik Yunan Uygarlığının ilk kıvılcımlarını ateşledi.

İnsanlık düşünce tarihine bir kıvılcım daha sıçradı. İnsan düşüncesi bir kez daha uyarıldı.

O yıllarda Batı Anadolu’da Yunanlılar ile aynı Tanrılara inanılırdı. Fakat Yunanlılar, Anadolu’daki özgürlüğü, düşünce ve din özgürlüğünü henüz tatmamışlardı. Anadolulu bilgin bir gök taşını inceleyip, güneşin büyük bir olasılıkla yanan bir ateş kütlesi, bir ateş yığını olduğunu söylemekle yalnız dinsel değil, siyasi bir suç ta işlemişti. 

Hakkında açılan dava Anaksagoras’ı Atina’dan kaçmak zorunda bıraktı. Çünkü Yunanistan’da yeniliğin temsilcisi olan herkes suçlandırılmış ve cezalandırılmıştı. Anaksagoras kaçtı ve kesin bir ölüm cezasından kurtardı kendini. Vatanının toprağına döndü. Çanakkale Boğazı kenarındaki Lampsakos, yani Lapseki kenti, onu bağrına bastı. Saygı duydu. Öğretilerini dinledi.

***

Anaksagoras’a göre, “KOSMOS, bugünkü uyumlu evren düzeni oluşmadan önce KAOS vardı. Kaos’un karma karışıklığında bir uyumsuzluk vardı. Karışıklık, evrenin oluşmasına bir engel, bir eksiklik, bir doyumsuzluk haliydi. Kaos’un dışında var olan bir yüce akıl, MOUS, bir gün, bir evren günü, bir uyarıyla aktı bütünün içine. Bir bulut örtüsü gibi sızdı. Yüce akıl bir güçtü. Öncesiz ve sonsuz bir güç. Evrende her şey, her oluşum, bir düzen içinde, bir düzene doğru kaydı. Güneş, ay ve yıldızlar, soğuk ve sıcak, birbirinden koptu. Geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki her şey, nasılsa öylece olduğu gibi düzenlendi.”

***

İlk olarak Kilizmanlı bilgin, maddenin karşısına, onun hakimi olan aklı koydu.

Akıl yaratandır. Madde yaratılan. Aristo onu şöyle yorumladı:

“Anaksagoras alemi kurmak için aklı bir araç olarak kullandı. Anaksagoras insanın elleri olduğu için öteki diğer hayvanların en akıllısı olduğunu söyler. Oysa en akıllı olduğu için elleri bulunması mantıklıdır. Çünkü el alettir ve doğa akıllı bir insan gibi her bir şeyi ona kullanabilene verir.”

Çağımızda denir ki deniz memelileri insandan birkaç kez daha fazla zekaya sahiptir. Ancak uygarlığı yaratan insanın esnek zekası kadar kavrayan parmaklarıdır da. Yunusların suyun içinde yüzgeçleriyle bir su altı uygarlığı yaratamamaları doğaldır.

Anaksagoras doğru söylüyordu. Aristo ise İlkçağ doğa Tanrılarının etkisi altında. Anaksagoras ‘insanın elleri var. Onun için akıllı şeyler yapabilir’diyordu. Aristo ise akıllı olana ellerin verileceğini düşünüyordu.

ANAKSAGORAS: Kuvvet ve hız bakımından biz hayvanlardan geriyiz. Fakat biz kendimize has olan deneme, hafıza, akıl ve hüneri kullanarak bal topluyor, süt sağıyor ve her şekilde hayvanlara ait olan her şey sahip olabiliyoruz.

***

Her şeyi birleştiren akıl. Anaksagoras’a göre hiçbir nesne, yoktan var olmadığı gibi ölmez de. Var olan nesneler birleşip karışır ve ayrılırlar. Bunun için meydana gelmeye, karışıp birleşme; yok olmaya da ayrılma demek daha doğru olur.

Ya evrenin temel maddesi?

Bütün antik çağ bilginlerini kabusu, düşünce labirentlerinde çılgınlar gibi aradıkları, tutkuyla bulmaya çalıştıkları temel madde?

Evren öylesine büyük ve sonsuz... Bir tek temel madde, sonsuz kez çoğalan ve değişen bir tek temel madde hiç de mantıklı gelmiyor Anaksagoras’a.

EVRENİN TEMEL MADDESİ

“Yeryüzünde ne kadar varlık varsa o kadar unsur vardır. Ancak görünmeyecek kadar küçük olan bu unsurların, görünür bir hale gelmeleri için, bir araya gelip birleşmeleri gerek. 

Altın, gözle görülmeyecek kadar küçük altın zerrelerinden bütünlenir. İnsan vücudu da sonsuz unsurlardan oluşmuştur. İnsan beslenme eylemi ile vücudun yapısını yeniler. Vücudunu yeni baştan kurar. İnsanda ve her varlıkta bu sonsuz unsurların her çeşidi vardır. 

Alemden ayrılıp bölünen her parçada alemi oluşturan bütün unsurların mevcut olduğu görülür. 

Alemi oluşturan bu unsurların kendileri ne meydana gelmişlerdir, ne de yok olacaklardır. 

Bunlar öncesiz ve sonsuzdur. Alemdeki oluş bunların akıl aracılığı ile birleşmesi ile gerçekleşir.”

O halde evrende bizim dünyamızdan başka üstünde canlıların oluştuğu başka dünyaların olmasını, bütün nesnelerin tohumlarının, renklerinin, lezzetlerinin, kokularının oralarda da var olduğunu kabul etmek gerekir. 

Oradaki canlıların bizde olduğu gibi kentleri, bakımlı tarlaları olmalıdır. Ve bizde olduğu gibi güneşi, ayı ve yıldızları bulunmalıdır. Ve toprakları onlara en faydalılarını evlerine taşıyıp kullanabilecekleri birçok ve çeşitli şeyler vermelidir.”

***

Hayat birleşme, yeni bir bütün içinde doğma; ölüm ise ayrılma, ayrışma, Anaksagoras için. Bir bütünün ayrışması, dağılması. Kişinin yaşamı da düşünceleri gibi ise, gerçekten inançlıdır düşüncelerinde.

Oğlunun ölüm haberini getirdiklerinde Anaksagoras soğuk kanlıdır:

“Bir ölümlünün babası olduğumu biliyordum. Doğuşumuzdan önceki zaman ve uyku, bize ölümü pek iyi öğretir.”

***

                  

Anaksagoras.

Düşünce tarihinde bir kıvılcım.

İnsan düşüncesinde bir uyarı.

MADDE VE AKIL...

Akıl yaratandır, madde yaratılan.

Oluşum birleşmedir,

Ölüm bütünlüğün bozulması.

Evrende bizim dünyamız gibi nice dünyalar, bizim akıl düzeyimize sahip nice canlılar var. Bir ortaçağ karanlığının ardından biz yine ilkçağ öğretilerini tekrarlıyoruz, doğruluyoruz, gerçeğe varmak için.

Antik çağda Batı Anadolu’nun özgür düşüncesi, düşünce özgürlüğüne duyulan saygı, 2400 yıl sonrasının düşünce akışına bir kıvılcım sıçratmayı başarmıştır.


 

 

 

Anadolu’nun Ege yöresinde Urla’nın güneyinde Teos’ta doğduğu bildirilen Demokritos, atom nazariyesini ilk belirleyen kişidir. 

Demokritos’a göre, “Her cisim daha fazla bölünemeyen unsurlarına, atomlarına ayrılır.”

 

VIII

DEMOKRİTOS

- Atom nedir?

- Hangi atom?

- Ne hangi atom?

- Demek istiyorum ki insanlığın başına bir karabasan, boğazlarına bir korku yumruğu gibi tıkanan atom bombası mı, yoksa...

- Öbürü, öbürü.

- Maddenin en küçük parçası diye bilinen küçücük kıpırtı mı?

Peki... Demirin bölünemeyen en küçük parçası, cıvanın bölünemeyen en küçük zerresi.. Havada itişen, kakışan, birbirine çarpıp uzaklaşan, dalgalaşan, evrende yer dolduran parçacıklardan mı söz ediyorsunuz?

- Hı 

– Hıı.

- Peki. Şimdi bak birkaç kişi çağırsam, şöyle doktor, mühendis gibi yüksek okul mezunu.

Desem ki hayali bir çocuk ile annesinin resmini çizin. Siz okudunuz. Eğitildiniz. Yıllarca insan gördünüz. Onları çeşit çeşit şekillerde gördünüz. Annesinin elinden tutan bir kız çocuğunun resmini çizin. Ne yaparlar bilir misiniz? Resme özel bir yetenekleri yoksa eğer, 4 sopa çizerler bacak derler. Bir yuvarlacık baş olur. Süpürge gibi saçlarla başı tamamlarlar. Utanarak size uzatırlar. Onlar da bilir 5 yaşındaki çocuktan pek farklı değildir yaptıkları. Atom nedir diye sorarsanız onlara, size bilmem kaç yıl önce yaşamış Demokritos’tan farklı bir şey söyleyemezler. CİSMİN BÖLÜNEMEYEN EN KÜÇÜK PARÇASI.

Atom nedir sizce?

- Cismin bölünemeyen en küçük parçası.

- Eğer aynı soruyu bir atom fizikçisine sorarsanız, size unun uzun kuantumlardan, dalga mekaniğinden, kuark, bozon, mezon, nutrino, nötron, proton, elektronlardan söz eder. Onun anlattıklarını da siz anlayamazsınız. Sonra o, bilinenlerin, bilinmeyenleri ne kadar çoğalttığını söyler. Geçtiğimiz son yüzyılda mağrur insan beyni büyük bir cehennemi yarattı. Atomu parçaladı. Onun etkinliği binlerce insanı yaktı. Onulmaz yaralar açtı, zararı gelecekteki nesillere sıçradı. Fakat galiba atom daha hiç bilinmiyor. Sorunuzu daha da sürdürecek misiniz?

- Evet, nedir Atom?

- Peki, kurtuluş yok. Bir insanın karaciğeri, safra kesesi ağrıdığı zaman, neresinin ağrıdığını pek bilemez. Vücudu kendisinin olduğu halde gider neresinin ağrıdığını doktora sorar. Bir atom doktoru bulup sorun ona. Siz atomlardan, moleküllerden kurulusunuz. Siz de olanı gidip sorun ona.

- Ben çocuklaşmak, 5 yaşımdaki halime dönmek istemem ki... Ne de 2400 yıl yaşamış Demokritos zamanına...

- Ben size atomu anlatamayacağım, ama hissettirmeye çalışacağım. Denklemlerle değil, sözlerle. Routerfort’tan, Max Planc’tan, Einstein’dan, Heisenberg’den söz etmeden. Size atomu anlatmanın hiçbir pratik faydası olmaz. Ayrıca galiba hiçbir bilim adamı diğerine formüllerle de olsa atomu anlatamaz şimdilik. Atomlar ban pek afacan varlıklar gibi geliyor. Şu mağrur alemde insanoğlunu, kendini dünyanın efendisi sayan insanoğlunu şaşırtmak için var olan şeyler. Pek zavallı duyularımızla kavrıyamadığımız oksijen, hidrojen atomları, gaz görüntüsündeki iki maddenin atomları birleşiveriyorlar, bilim adamları HOH diyor, yani AŞ İKİ O, hemencecik su oluyorlar. Denizler, akarsular, balıklar ardından geliyor. Ne yaramaz şey şu atomlar.

- Nedir atom, nedir, atom ne?

- Ne inatçısın sen. Bir gün bir atom bilginine, “atomu hissedebiliyor musunuz, ne olduğunu kavrayabiliyor musunuz ”diye sormuştum. Durdu. “Evet”diye başını salladı. Dalgınlaştı. Sustuk. İzmir’de Güzelyalı’da bir evde oturuyorduk. “Büyüterek anlatayım atomu” dedi. “Ben şimdi çekirdekteyim’” dedi, “Nukleus üstünde. Ağır, sert, sıkı bir kitlenin üstünde. Nötron ve protonun üstünde. Yamanlar dağının doruğundan bir elektron geçti. Negatif yüklü. Bir fırtına gibi, bir rüzgar. Aramızda onu yörüngede tutan güçlü bir çekim var. Tepemde bir başka elektron denizden gelip, dağlara doğru akıyor. Elektronlar bir yörüngeden bir başka yörüngeye kayarken, harikulade renklerle ışıklar fışkırıyor çevremde. Ellerini, saçlarını, yüzümü manyetik fırtınalar okşuyor. Ben bunları hiçbir şey değişmeden seyrediyorum. Sessiz sağırlıkta binlerce küçük kıvılcım tekrar bana dönüyor.”

“Evrenin sonsuzluğu karşısında bir atomdan da küçücük değil miyim sanki. Sessiz sağırlıkta binlerce küçük kıvılcım tekrar bana dönüyor. Bir santimetre karenin milyonda birinin milyonda biri kadar küçültün beni, ben bir atom olurdum.”

Bir tek atomu elektronlarından ayırır, ya da çekirdeklerini parçalar, dağıtırsanız, bir kömür atomunun oksijenle yanmasından elde edilen enerjiden 7 milyon kat daha fazla enerji elde edersiniz. Yani bir gram maddenin atomlarını parçalarsak eğer, 7 tonluk kömürün verdiği enerjiyi alırız. Atom maddedir. Madde de enerji. Enerjinin katılaşmış şekli. Billurlaşmış. Başka ne anlatabilirim. Bilinenler ne kadar basit değil mi?

***

İngiliz fizikçisi Newton şöyle der: “Bana öyle geliyor ki, başlangıçta Tanrı cismi, sağlam, ağır ve sert, içinden hiçbir şeyin geçemeyeceği parçacıklar halinde yaratmış. O kadar sert ki sırasında ilk yaptığını başka hiçbir güç bölmeye muktedir değildir.”

Ancak onun bölünmez dediği atomu böldüler. İhtimal o Demokritos gibi düşünüyor, kendi zamanından yüzlerce yıl önce yaşamış Demokritos’tan farklı bir şey söylemiyordu.

Demokritos, her ilk olan gibi aşılacaktı. Gelişme ilklerin aşılmasıdır çünkü.

“Madde Nedir?”sorusu bütün antik filozoflar gibi Demokritos’u da büyülemiştir. Bu antik atom düşünürü 2400 yıl önce bir grup talebesine şunları anlatıyordu:

“Baylar, bir parça peynir düşünelim. Onu bıçak ile iki parçaya keselim. Bu küçük parçalardan bir tanesini de ikiye keselim ve bu işlemi daima daha küçük bir parça elde etmek için tekrarlayalım. Acaba sonsuzca devam edebilir miyiz? Yoksa peynirin en küçük parçasına ulaşılacak bir zaman gelecek midir? Diğer bir deyişle daha fazla bölünmesi mümkün olmayan bir parça elde edebilir miyiz?”

Bazı kaynaklarda, Anadolu’nun Ege yöresinde Urla’nın güneyinde Teos’ta doğduğu bildirilen Demokritos, atom nazariyesini ilk defa belirleyen kişidir. Demokritos’a göre, “Her cisim daha fazla bölünemeyen unsurlarına, atomlarına ayrılır.”O atomların 3 özelliği olduğunu söyler. Sertlik, değişken şekillilik, değişken büyüklük. Atom serttir ve bir direnme gücüne sahiptir. Her atomun ayrı bir şekli ve ayrı bir büyüklüğü vardır. Ama atomlar renk, ses, sıcak, soğuk gibi özelliklerden yoksundur. Bu duyumlar atomların duyu organları üzerinde yaptığı etkiden oluşur. Renk gören bir göz için, ses işiten bir kulak, sıcaklık ve soğukluk dokunan bir el için vardır. Bu olgular duyu organları olmadan düşünülemez.

Ruh ise ateş gibi sıcak bir şeymiş. Sayısız atom şekilleri içinden küre gibi olana ateş ve ruh demiş Demokritos. Her şeyin içinden geçebilir diye düşünmüş.

Evren, Demokritos’un anlatımında zaman bakımından sınırsızdır. ARCHE, ilk madde olan atom ise değişmez, artmaz ve eksilmez. Yüzyıllar sonra Einstein, “Evrende enerji ne var olur, ne de yok olur”diyordu. 

Gerçekleşmekte olan ve gerçekleşecek olan hiçbir şeyin sebebinin bir başlangıcı yoktur. Evrende sayıca sonsuz kozmoslar, sonsuz boşluk içinde, sayısız atomların bir araya gelmesinden kurulmuşlardır. Bir evren gününden, bir evren gününe doğmakta, büyümekte, göçüp dağılmakta, sonra dağılan kozmoslar yeni kozmosları oluşturmaktadırlar, Demokritos’a göre.

***

Maddenin esrarına çok ilgi duymuş, Demokritos. “Bir tek şeyin sırrını çözmeyi Pers Hükümdarı olmaya tercih ederim”dermiş. Hemen her konu üzerinde düşünmüş. Bir çok yapıtı var günümüze kalan. “Büyük Dünya Düzeni”, “Kozmos Tasviri”, “Gezegenler Üstüne”, “Doğa”, “İnsanın Doğası”, “Renkler”, “Düşünme Kuralları”, “Sayılar”, “Gök Tasviri”, “Işınlar”, “Ritim ve Armoni”, “Şiir”, “Hastalığın Serini Önceden Bilme”, “Hekimin Tanısı”, “Silahla Dövüşme Sanatı”, “Bilgenin Ruh Durumu”, “Ölümden Sonraki Hayat”, “Atomlar”, “ Değişik Büyüklükte, Sertlikte, Değişik Şekillerde Atomlar”, “Evreni Oluşturan Atomlar”...

- Atomlar, Atomlar, Atomlar...

- Ya insan?

- İnsan küçücük bir evrendi, Demokritos için, Başa çıkılmaz.

- Atom?

- Atom her şeydi Demokritos için  ATOM HERŞEYİN ÖZÜ. Evrenin temel maddesi ATOM.


 

“Malını, zenginliğini mi kaybettin. Her ne için olursa olsun, “Onu kaybettim”deme, “Geri verdim”de. Tarlanı mı elinden aldılar, “Geri verdim”de. İşinden mi oldun, “Onu geri verdim”de. Çünkü dünya bir konaktır. Hayat bir şölen. Bir kap yemek sana sunulsa. İçinden kanaatkâr bir parça al. Önünden kaldırılırsa peşinden gider misin? Ya sana hiç sunulmazsa, aklın onda mı kalmalı? Her şeyde ölçülü, incelikle davranırsan, Tanrı’nın sofrasına buyur edilirsin.”

                         

 

 

IX

EPİKTETOS

 

EPOPHRODİTOS: (Bir işkence aletinin demir ve tahta gıcırtıları arasında kahkahalara boğularak haykırır.) TOPAL KÖLE !..

EPİKTETOS: (Acılı solur, yumuşak peygamber sesiyle.) Bacağımı kıracaksınız efendim.

EPOPHRODİTOS: (Bir gıcırtı daha duyulur. Epophroditos’un kahkahaları yükselir ve bir düşme sesi.) KÖLE !..

EPİKTETOS: (Derin acılı bir nefes daha alır. Bacağı kırılmıştır. Yumuşak sesiyle.)

Kıracağınızı söylemiştim efendim! İşte kırdınız!

19. yüzyıldan beri insanlık tarihinin Epiktetos diye andığı düşünürün gerçek adı bilinmiyor. Sonsuza dek bilinmeyecek. Epiktetos bir ad değil, çünkü bir sözcük. “Satın alınmış adam, köle, uşak”anlamında bir sözcük.

EPİKTETOS: Bacağımı kıracağınızı söylemiştim efendim! İşte kırdınız!

Satın alınmış adam, bir köle, kendine güvenli görkemli Roma asillerinden zihnen daha özgür, daha büyük, daha onurlu. Bir asil paranın, gösterişinin, hırsının ve beden acılarının kölesidir. Sükunet içinde bir köle zulmün acımasızlığına, hırsına, kötülüğüne karşı yumuşak. Yumuşak olduğu için ezilemez, zihin özgürlüğü tahrip edilemez.

Birinci yüzyılın başında Frigya’da, bugün Ege’nin Denizli yöresinde, Pamukkale’de bir köle kadın, köle bir çocuk doğurdu. Her insanoğlu gibi annesi ve babası ona bir isim koymuş olmalıydı. Ama efendilerinin gözünde onun özel bir adı yoktu. Adı bütün diğer köleler gibi sadece KÖLE idi. Yani Epiktetos, 

Neron zamanında Roma’ya götürüldü. İmparatorun salıverdiği bir başka köleye, Epophroditos adında kaba, aptal, acımasız bir adama satıldı. Bu adam bir gün eğlenmek için Epiktetos’un bacağını bir kıskaçla burkup, kırdı.

Epiktetos acısını bağrına bastı, aldırmaz göründü buna. İnsan bu dünyada bir konuktu. Kırılan bacağı, elleri, gözleri, üstünde yaşadığı şu koskoca konukevinde kendisine verilmiş birer armağandı. Verdiği için Tanrıya şükrederdi. Alındıysa... Kimin aldığının ne önemi var? O bir vasıtaydı. Epiktetos bu düşünceler içinde bacağının kırılmasını hiç önemsemedi. Ama efendisini anlatmaktan da vazgeçmedi. Onun anlatımıyla bu kaba saba azatlı köle çağlar ötesinden tanınır oldu.

“Epophroditos’un kunduracılıktan yetişmiş bir kölesi vardı. Bu köle o kadar budala o kadar beceriksizdi ki, bunu Epophroditos bile fark etti. Ve onu sattı. Neron’un bir uşağı onu aldı. Nasılsa bu adam prensin ayakkabıcısı ve hatta gözdesi oldu.

Epophroditos bunu duyduğunun ertesi günü eski kölesine dalkavukluğa başladı. Artık Epophroditos ortalıkta görünmüyordu. İşe yaramadığı için sattığı o budala adamla en önemli devlet sorunlarını konuşmak üzere günlerce bir odaya kapanıyor, hiçbir yere çıkmıyordu. Çıkmıyordu da çıkmıyordu...”

Epiktetos Roma’da felsefe okuma olanağı buldu. Kölelikten kurtulunca, felsefe öğretmenliği yaptı. İsa’dan sonra 90-94 yıllarında Roma İmparatoru Domityanus bütün düşünürleri yurdundan kovma kararını açıklayınca, Epiktetos, Nikopolis’e gitti. Orada Stoik felsefe öğretmeye başladı. Pamukkaleli azatlı köle Epiktetos, Roma Stoa okulunda Aristokrat Seneka, İmparator Marcus Aurelius yanında üçüncü büyük temsilci olarak kabul edildi.

Felsefesi, Tanrıya güvenmek, vicdanın sesini dinlemek ve insanların dostça yaşaması esasına dayanır. Epiktetos gerçek bir Stoisyendir.

EPİKTETOS: Stoisyen, hasta iken mutlu, tehlike içinde mutlu, Tanrıdan ve insanlardan, kötü talihinden sızlanmayan, hiçbir şeyle yaralanmamış, tahrip olmayan, açgözlülüğü, öfkesi, kıskançlığı olmaksızın geçici bedende Tanrılarla ilgiyi sürdüren, bununla mutlanan, sonunda insan kılıfından sıyrılarak ölümsüzlüğe erişmek isteyen kişidir.

Bütün dünya nimetleri geçici. Eyüp peygamber gibi, Epiktetos, dünya malına, dünya zevklerine karşı ilgisizliği öğütledi.

EPİKTETOS: Her ne için olursa olsun, “Onu kaybettim”deme, “Geri verdim”de. Tarlanı mı elinden aldılar, “Geri verdim”de. İşinden mi oldun, “Onu geri verdim”de. Çünkü dünya bir konaktır. Hayat bir şölen. Bir kap yemek sana sunulsa. İçinden kanaatkâr bir parça al. Önünden kaldırılırsa peşinden gider misin? Ya sana hiç sunulmazsa, aklın onda mı kalmalı? Her şeyde ölçülü, incelikle davranırsan, Tanrı’nın sofrasına buyur edilirsin.

Kapısı olmayan bir kulübede otururdu Epiktetos. Bir masa, tahta bir sedir. Bir paçavra yatak. Bir gün fakir kalmaya yeminini unuttu da demirden bir lamba aldı. Bir hırsız geldi, onu çaldı. “Yarın yine gelirse iyice şaşıracak, Çünkü topraktan bir kandil bulacak”dedi dostlarına, Epiktetos.

Bu topraktan lamba, filozofun ölümünden sonra, felsefeye aşık olduğunu sanan bir tarafından 3000 altına satın alındı. Hiç kitap okumayan, okumadığı kitaplardan bir kitaplık yapan cahil zenginler için bir taşlama yazan Lukianos onunla şöyle alay etti. “Zavallı, geceleyin bu lambanın ışığında aydınlanırsa, uykusunda Epiktetos’un zihni olgunluğunun birdenbire kendisine geçeceğini ve tıpatıp bu bilgeye benzeyeceğini umut ediyor herhalde.”

Bundan 1900 yıl önce de insanlar bugün ki gibi, kendi hayatlarının akışını, başkalarının beğenisine göre düzenliyor olmalıydılar. Önemli olan kişinin kendi olmak istediği değil, başkalarının ondan ne beklediğiydi ihtimal.

EPİKTETOS: Bir işe girişirken, bu işi yapmanın senin ödevin olduğuna inanıyorsan, halk ne kadar kötü düşünecek olursa olsun, yap ve yaparken görülmüş olmaktan korkma. Bu davranıştan kötü ise onun hiç yapma. Yok iyi ise seni haksız yere yerecek olandan ne korkuyorsun?

1900 yıl önce de insanlar, bir yetkilinin, bir sorumlunun karşısında el peçe divan duruyorlar, ne konuşacaklarını şaşırıyorlar, düşüncelerini doğrudan doğruya içtenlikle değil, süsleyip püsleyerek, bir dereden su getirerek söylemek ihtiyacını duyuyorlarmış. Bu yetkili kişi Allah’ın kulu değil de gökten inme bir yaratık sanki. Kızacak mı, kovacak mı? Yardımcı olacak mı acaba?

EPİKTETOS: Bir hükümdarı, ya da büyük bir kişiyi görmeye gittiğin zaman sararır, titrer şaşırırsın. “Beni nasıl karşılayacak?”O anda nasıl isterse öyle karşılayacak. Bilge bir kişiyi kötü karşılarsa kendisi bilir. Bunun derdini kendisi çeker. “Ama onunla nasıl konuşacağım?”Nasıl istersen öyle konuşursun. “Şaşırmaktan korkuyorum!”Nasıl? Ölçü ile saygılı bir özgürlükle konuşmasını bilmiyor musun? Ne diye bir insandan korkuyorsun? Kişi ne fakirlikten, ne sürgünden, ne zindandan, ne de ölümden korkmamalıdır. Ama korkudan korkmalıdır.

Epiktetos açtığı okulda ömrünün sonuna dek hiçbir şey yazmadan düşüncesini yaydı. Öğrencilerinden biri, İzmitli Arianus özenle bu konuşmaları topladı, sekiz bölüme ayırarak derledi. Epiktetos dinleyicilerinden saygı görerek ve herkes tarafından övülerek uzun bir ömür yaşadı. Yüce ruhunu nerede ve ne zaman Tanrıya teslim ettiğini bilmiyoruz. Belki de ölüm anında söylemeyi çok istediği şu cümleleri Tanrıya söyleyerek bu konuk hayat hanesini bırakıp gitmiştir.

EPİKTETOS: Emirlerinize hiç baş kaldırmadım. Duygularımı, dileklerimi, inançlarımı size bağladım. Hasta idim. Çünkü siz böyle istemiştiniz. Ben de öyle istedim. Fakirdim. Çünkü siz öyle istemiştiniz. Fakirliğimden kurtulmak istemedim. Halimden hiç yakınmadım. Yine de vereceğiniz her kararı benimsemeye hazırım. Bu muhteşem hayat şöleninden çıkmamı istiyorsunuz. Çıkıyorum. Ve bütün yapıtınızı göstermek ve evreni yönettiğiniz eşsiz düzeni gözlerimin önüne sermek için beni oraya çağırdınız. Size minnettarım.

Ve mezar taşında kendisinin tekrarladığı birkaç sözcük vardı. “Ben köle, sakat, yoksul biri ve Tanrının sevgilisi Epiktetos’um.”

***

21. yüzyılda insanoğlu daha hala insan özgürlüğüne set çekmeye çalışırken, Epiktetos’ca şu sözcükleri haykırmak geliyor içimden:

İNSAN İNSANIN FİZİKİ VARLIĞINI ESİR EDEBİLİR AMA DÜŞÜNCE ESİR EDİLEMEZ! 

İnsan insanı esir ettiğini düşünüyorsa aldanır. Kendi kendini aldatır. Çünkü düşünce, insan düşüncesi ne zaman boyutu tanır, ne yer, ne de sosyal bir sınır. Düşünce özgürdür. Düşünce özgürlüğün simgesidir.

Epiktetos’un gerçek ismini bilemediğim için üzgünüm. Böylesine düşündüğü gibi yaşamış, istediği gibi ölmüş birisine nasıl Epiktetos, köle denilebilir. Çünkü o ne kimsenin kölesiydi ne de düşüncesinin.

 

 

 

 

Her şeyin ölçüsü insandır. Her şey bana nasıl görünüyorsa benim için öyledir. Sana nasıl görünüyorsa senin için öyledir. Üşüyen için rüzgar soğuk, üşümeyen için değildir.”

                                    PROTOGORAS

 

X

PROTOGORAS

Şimdi size, insanlık düşünce tarihinde bir dönem başlatan birinden, Anadolulu birinden söz edeceğim.

Söz edeceğim kişi bir Sofist, bir Safsatacı yani.

Güzel süslü cümleler ardında gerçeğe boş verme anlayışını başlatanlardan biri. Ön yargı doğru değil belki... Belki gerçek çok farklı...

***

Binlerce yıl önce, Anadolu’daki düşünürler evrenin ilk maddesinin, temel maddesinin ne olduğu üzerinde tutku ile kafa yoruyorlardı. Bulgularını kuvvetle, inançla sunuyorlardı.

Alev nedir, bu taş ne?

Su ile taş, ateş arasındaki fark ne?

Efesli Heraklitos, varlığın ana maddesinin ateş olduğunu, ateşin durmadan değişen, başka şeyleri de değiştiren bir şey olduğunu söylüyordu.

HERAKLİTOS: Duran değişmemiş gibi görünen bir şey görüyorsak bu bir yanılmadır. Evrenin ana maddesi değişen bir şeydir. Evren belirli bir zaman sonra, ana kaynağına, ateşe yeniden dönecektir. Yeniden doğmak üzere.

Teos’lu Demokritos ise Heralitos’un tam aksini savunuyordu.

DEMOKRİTOS: Bütün varlıklar, akla gelebilen bütün varlıklar, artık hiç bölünemeyen son unsurlardan oluşmuştur. Bunlar atomdur. Atomların renk, ses, sıcaklık, soğukluk gibi nitelikleri yoktur. Atomlar evrenin temel maddeleridir.

Gerek Efesli Heraklitos, gerekse Teos’lu Demokritos antik çağda ve sonraları düşünen insanlar üzerinde derin izler bırakmışlardı. Büyük bir inançla söylenmiş, birbirinden böylesine farklı bu savlardan hangisine inanılacaktı.

O zamanlar, antik çağlarda düşünürlerin en büyük derdi olan “İLK VARLIK NEDİR?”sorusu, halkın da sorusuydu. “GERÇEK NEYDİ?” 

İlk varlık atom gibi hiç değişmeyen bir şey mi? Yoksa durmadan değişen bir şey mi? Değişikliğin kendisi miydi, ilk varlık?

Bu birbirine zıt iki düşünce akımı, sonu gelmez tartışmalara, buhranlara sebep oluyordu. Günlük yaşamlarını sürdüren, yiyip, içip, çoğalıp, ölen halk hangi düşüncenin doğru olduğunun tartışmalarının sürdürüyordu. Antik çağın Batı Anadolu halkı felsefeyi tartışıyor, felsefeyle yaşıyor, felsefeyle yatıyor, felsefe ile kalkıyordu. Düşünce bilinmeyenlerle dolu evrenin kalın kabuğunu çatlatacak tek güçtü. Bunu hissediyordu.

Halk arasında her dönem farklı farklı tartışmalar sürüp gitmiştir.

- Hangi takımı tutarsınız?

- Şunu!

- Benim ki de şu!

- Biz bu sene şampiyonluğu kimseye kaptırmayacağız!

- Aman beyim, bizim de transferlerimiz...

Takımlardan tutun devlet yönetimine “Şu parti, bu parti, şu lider, bu lider”e varıncaya dek uzar gider tartışmalar. Doğal elbette bu. Bir tarafı tutmak, yönetime seçimlerin dışından katılmak... Çok doğal elbette.

Ama binlerce yıl öncesinin insanı, ayağına bastığı yerin ne kadar sağlam, güvenilir olduğunu, nasıl olup ta var olduğunu öğrenmek istiyordu. Bunu dert edinmişti kendine. Henüz daha ihtisaslaşmalar yoktu. Düşünürler her bilginin düşünürleriydi. Düşünürler her temel konuyu düşünürlerdi.

Doğa olayları karşısında durmadan yenilen insan, gündüz alev alev yakan ateşten bir top olan güneşe tedirgin bakıyor, lacivert gecede, yıldızların uzak, soluk ışıkları altında, yalnız, korumasız hissediyordu kendini. Ürperiyordu.

Kurda, kuşa, koyuna, ata, toprağın bitkisine aklıyla üstün geldiğini biliyordu. En üstün canlı, Tanrılardan hemen sonra gelen canlı olduğunu biliyordu. Aklından başka sığınabileceği başka hiçbir şeyin olmadığını da... Aklının, düşüncesinin, yerin ne kadar sağlam, gökyüzünün ne denli tehlikeli olduğunu ona benimsettiğini düşünüyordu.

“BİR ŞEYİN GERÇEK SEBEBİNİ BULMAYI, PERS HÜKÜMDARI OLMAYA ÜSTÜN TUTARIM” diye bilgiye en üstün önemi veren Demokritos, “MADDE VE EVRENDE HERŞEY ATOMLARDAN KURULUDUR” diye inançla haykırıyor. Evrenin karşıt güçler ile dolu olduğunu söyleyen Heraklitos “EVREN BİRGÜN YENİDEN DOĞMAK ÜZERE ATEŞE DÖNÜŞECEK” diye yumruğunu masanın üstüne vuruyordu.

Her iki düşünür de insan düşüncesinin doruğundaki bilgelerdendi. Halk kendini derinden sarsan sorulara kimden cevap alacaktı?...

İşte tam bu sırada, düşüncenin bu sıkıntılı çıkmaz sokağında PROTOGORAS imdada yetişti. Ege’li Protogoras’ın yolundan onun düşüncesini savunan, yayan sofistler ordusu çıkageldi. Onlar şöyle diyorlardı:

“Mademki insan zihni kesin bir gerçeğe ulaşamıyor, hiçbir şeyi kanıtlayamıyor, öyle ise GERÇEK DENİLEN BİR ŞEY YOKTUR: Bize gerçek gibi görünen bir şeyi ispat değil ilan etmeye çalışalım, inandırmaya çalışalım yeter.” Böyle diyorlardı.

PROTOGORAS, üstünlükleri ve güçleri sürekli tartışılan antik çağ doğa Tanrıları için, “Tanrılar için hiçbir şey söyleyemem. Onlar ne vardır, ne de yoktur diyebilirim. Birçok şey de bunları bilmeme engeldir. Önce meselenin bulanıklığı, sonra insan hayatının kısalığı gibi daha nice engeller var”diye düşünüyordu.

“BÜTÜN BİLDİĞİM, HİÇBİR ŞEY BİLMEDİĞİMDİR”... Her çağda pek çok kez tekrarlanan Sokrates’in bu görkemli cümlesi sofistlerin düşüncelerinden etkilenerek söylenmiştir.

Einstein’in RÖLATİVİTE kavramında da sofist düşüncenin izleri yok mu? “KAİNATTA BÜTÜN BİLGİLER GÖRECELİDİR: BİZ KAİNATI KENDİ MEVCUT BİLGİLERİMİZ VE MEVCUT DUYUMLARIMIZLA YORUMLARIZ.”

Pirendello, “Herkese kendi gerçeği”der. “Herkese Kendi Gerçeği”ve “Size Nasıl Geliyorsa Öyledir”eserlerinin yazarı İtalyan Pirendello da 21. yüzyılda PROTOGORAS’tan pek farklı şeyleri söylemiyordu. Protogoras’tan uzanan ve Pirendello’da yankılanan bu düşünceler 20. ve 21. yüzyıllarda da yüzlerce yazarı etkisi altına almıştı.

Ben HERKESE KENDİ FİLOZOFU diyorum kitabımın adına. Her antik çağ Anadolu filozofu, çağlar ötesine öylesine güçlü köprüler uzatmış ki, her düşüncenin izini, bugünün ve geleceğin yaşamında görmek mümkün.

“İlk varlık ve ilk temel maddeyi ve antik çağ Tanrılarının gücünü düşünmektense, insanlar için bazı şeyler, uygulanabilir, pratik bazı şeyler, onların hayatlarını kolaylaştıran bazı şeyler düşünmelidir”diyen Sofistler sanayi ve teknolojiye de köprüler kuruyorlardı. HER ŞEYİN ÖLÇÜSÜ İNSANDIR.

PROTOGORAS: Her şeyin ölçüsü insandır. Her şey bana nasıl görünüyorsa benim için öyledir. Sana nasıl görünüyorsa senin için öyledir. Üşüyen için rüzgar soğuk, üşümeyen için değildir.

Göreceli düşünmeyi öğütleyen PROTOGORAS bir yandan hangi düşünceye bağlanacağının sıkıntısını çeken halkı rahatlatırken, diğer yandan toplumsal bir yararın peşindeydi… O yılların derin politik değişimine bir yön vermeyi arzuluyordu. Geleneklerinden kopan insanların, toplum hayatında yararlı, becerikli, başarılı insanlar haline gelmesine katkıda bulunmak. Yönetime katılmalarını sağlamak. Bunun için düşüncelerini en yalın, ama güzel bir üslupla aktarabilmelerini sağlamak için nutuk sanatını, hitabeti öğretmek, dili, grameri araştırmak ve geliştirmek. İnsanlara söz söyleme sanatını öğretmek. Protogoras’ın emelleri bunlardı. HER ŞEY İNSAN İÇİNDİ...

PROTOGORAS: Her şey üzerine birbirine zıt şeyler söylemek mümkündür.

Münazaranın temeli budur. Gerçeği aramaktan ziyade, inandığı fikri kuvvetle savunacak silahlarla donanmak. Bu düşünce hala çağımız politik anlayışına egemen temel anlayışlardan biridir.

Ancak bugüne kadar izleri devam eden Sofist kavramlar, Antik Ege insanını sadece bir süre için rahatlattı. Ancak evreni ve insanı bir sancı gibi düşünen insanoğlunu düşünmekten alıkoymak mümkün değildi.

Düşünce ve akıl, insanın tek dayanağı, sığınacağı tek iniydi. Sofistleri reddetti ve ilk varlık ARCHE’nin araştırılmasına yeniden daha büyük bir hırsla döndü. Sofistlerin isimleri safsatacılar olarak kaldı. Safsatacılar günümüze kadar safsatalarına devam etti. Ve ilk Varlık’ta o gün bugün hala araştırılır durur.

Acaba Protogoras adında biri, İsa’dan 480 yıl kadar önce Anadolu’da hiç doğmamış olsaydı, binlerce yıl hiç safsatacılar yetişmeyecek miydi? Hiç sanmıyorum. Protogoras olmasaydı da, yaşamasaydı da sofistler, kelimenin basit anlamıyla safsatacılar yetişecekti. İnsanlığın bilime, doğru düşüncenin gerçeğin araştırılmasına ihtiyacı olduğu kadar, safsataya da ihtiyacı var. Düşünmekten kaçınan, gerçeği aramaktan kaçınan düşünce tembelleri olduğu sürece de var olacaklar. 

Güzel süslü cümlelerin ardında elbette gerçekler de gizlenecek. Ama Protogoras’ın hakkını yemeyelim. Protogoras bir çok gerçeğin farkında olan bir düşünce adamıydı. Belki insanın gösteriş merakından ve süslü püslü yalana ihtiyacından kınayabiliriz onu. Fakat düşüncenin göreceliği konusunda geliştirdiği fikir hiç de yabana atılacak gibi değildir.

Düşmanları bile gücünü, değerini bilirlerdi Protogoras’ın. “Tanrılar”adlı kitabı Atinalıları tedirgin etmiş, birer birer evlerden toplattırılıp, yaktırılmıştı. Tarent Körfez’inde Perikles tarafından kurulan bir örnek kentte ise kanun yapıcı olarak görev almıştı. Çevresinde bir sürü genç ondan ders almak için avuç dolusu para harcarlardı. O çağlarda kimi düşünür, parayla öğretim yapılmasına karşı tavır alırken, Protogoras, ders vermek için kucak dolusu para kazanırdı. Düşünceyi pratik yarar için kullanmayı öğreten birinin, düşüncelerini parayla satması doğaldır.

Duyguları, düşünceleri değiştirebilmek için güzel söz söylemeyi öğreten Protogoras, gençlere kelimelerin değerinden söz ederken onları erkek, dişi, nötr olarak ayırmış, belki de derslerini ilgi çekici hale getirmek için yaptığı bu ayırım ve dil alanındaki uğraşları yüzünden dünyadaki ilk gramer üstadı olarak kabul edilmiştir.

Protogoras’ın bir yandan paraya aşırı düşkünlüğünden ve insanları yanıltıcı özelliğinden dem vurulurken, diğer yandan kuvvetli ve ezici kişiliğinden söz edilir. Çocuklarını kaybeden Protogoras, onların ölümünden on gün sonra derslerine devam etmeye başlamış, dayanıklı ve yiğit bir kişi olarak gençlere örnek olmak istemiştir.

***

Protogoras adında biri Batı Anadolu’da, Urla’nın güneyinde Sığacık’ta binlerce yıl önce doğdu. Güzel konuşan, güzel konuşmaya önem veren, geometri, dil ve kanunlarla uğraşan bir bilge kişiydi. Euripides’in ve Perikles’in arkadaşı Protogoras, Sicilya’ya giderken gemisi batıp, Tiran Denizi sularında boğularak 100 yaşında hayata gözlerini kapadı. 

Ve Protogoras, insanlık tarihinde hiç kapanmayan süslü bir sayfa olarak kaldı.

 

 

SON SÖZ

 

HERKESE KENDİ FİLOZOFU dedim kitabımın adına. Bir medya insanı duyarlılığı ile ANTİK EGE IŞILTILARINI yansıtmaya çalıştım.

Kronolojik bir sıra saptadım. Ege’de sadece Antik çağda yetişmiş öyle ulu kişiler, öyle bilgeler vardır ki, hiç sahip çıkamadığımız, atlayıp geçmeme dilim varmazdı. Ama sözünü edebildiklerim düşünce tarihine büyük kıvılcımlar sıçratanlardı. Ve sadece bir tutamıydı bilgelerin.

Oysa bir Anaksimenes vardı, ilk ay tutulmasını doğru olarak açıklamış ve ilginç bir deprem teorisi ortaya koymuş...

Bir Pireneli Bias vardı, yurttaşlarına, YAPTIĞIN İYİ DÜŞÜN, ÇOK DİNLE, YERİNDE KONUŞ, ALACAĞINI İKNA EDEREK AL, ZORLA DEĞİL DİYE öğütlemiş.

Değirmendereli Ksenophanes var, şair düşünür, antik çağın Tanrılar dünyasının çokluğuna ve zıtlığına karşı gelmiş.

“Elleri olsaydı atların ve aslanların, 

yahut resim yapabilselerdi insan gibi, 

atlar atlara, insanlar insanlara benzer, 

Tanrı tasvirleri çizerlerdi. 

Ve vücutları yaparlardı, 

her biri kendinin şekli nasılsa ona göre. 

Habeşler Tanrılarını basık burunlu ve siyah 

Trakyalılar gök gözlü ve sarışın sanırlar.”

Lekippos Miletlidir. Demokritos’un hocası ve arkadaşı. HİÇBİR NESNE PLANSIZ OLUŞMAZ. AKSİNE HERŞEY AKILDAN VE BİR GEREKLİLİK ALTINDA OLUŞUR der. Düzenli doğa için.

Persaios İlkçağın en büyük ressamı, Efesli, başında taç taşırdı.

Datçalı gök bilgini Eudoksus, Sart’lı ozan Alkman, Teos’lu Anakreon, Balıkesirli hatip Aristeides ve Bergamalı hekim Kalinas.

Ve daha niceleri... 

***

Biraz günlük uğraşlarımızdan sıyrılalım da eskilere dönelim diye düşündüm. Hatırlayalım. Yaşadığımız bu yerler nice ulu kişiler yaratmış. Yüzyıllara ışıltı veren... Diledim ki zaman bizi asırlarca geriye götürsün, bir bir hissedelim düşünce tarihine altın sayfalar açan kişileri... Anadolu’da doğup Yunan uygarlığına, Roma uygarlığına, Rönesans’a, 21. yüzyıla, bilim çağına, çağlar ötesinden ışık tutan kişileri bir bir hatırlayalım ve onlara sahip çıkalım istedim... Sorumlu bir yurttaş olarak sahiplenmek en çok bizim hakkımız çünkü.

Diledim ki bir nebze düşünelim... Geçmişte, gelecekte ve insanlığın bütün dönemlerinde, bilimsel düşüncenin gerekliliğini...

***

Herkesin bir kendi filozofu vardır, geçmişten bu güne düşüncelerini uzatan... Bugünün insanından gelecek yüzyıllara yansıyan, tanıdığı ya da hiç farkında olmadığı bir filozofu mutlaka vardır herkesin.

Zihin kıvrımlarında oluşan düşünceler, yargılar, hayata bakış açısı, ister eğitim görmüş olsun, isterse bilgi hazinesini bomboş tutmuş olsun. Nesilden nesile gelip zihninin derinliklerine yerleşen ve nereden geldiği belli olmayan fikir kırıntılarında zihnine kök salmış bir bilgenin izleri mutlaka vardır. İnsan düşünen bir varlıksa eğer.

Bu zaman yolculuğunda kişinin kendi filozofunu araması için bir yol arkadaşı, bir düşünce rehberi olsun istedim “ANTİK EGE IŞILTILARI”.

Herkesin bir filozofu mutlaka vardır çünkü yaşam felsefesini etkileyen. Tanıdığı ya da tanımadığı bir düşünce rehberi mutlaka vardır. Yok diyorsanız eğer, derince bir düşünün. HERKESE KENDİ FİLOZOFU gerek.

 

 

 

KAYNAKÇA

ANTIQUE PHILOSOPHY PHYSICS AND PHILOSOPHY HISTORY AND PHILOSOPHY FELSEFE ARŞİVİ

İLKÇAĞ FELSEFESİ TARİHİ 

HISTORY OF ANCIENT PHILOSOPHY FELSEFEYE GİRİŞ 

A HISTORY OF WESTERN PHILOSOPHY SCIENCE AND COMMON SENSE EINSTEIN AND UNIVERSE OUR ATOMIC WORLD

İLYADA VE ODYSSEA

BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT

TARİH ÜSTÜNE

HERODOT TARİHİ

- Walther Kranz

- Sir James Jean

- Emile Brehier

- Macit Gökberk

- Prof. Dr. Kamuran Birand - W. Windleberg

- Hilmi Ziya Ülken - Bertrand Russel

- Oppenhemimer

- Lincoln Barneth

- C. Jackson Craven – Homeros

- Friedrich Nietsche - Friedrich Nietsche – Herodot

 

 

A

Afrika, 18

Afrodit, 15

Agamemnon, 12

Ağustos Böceği, 51

Aiol lehçesi, 12

Aisopos, 7, 51, 54, 55, 56, 57

Aither, 27

Alban G. Widgery, 44

Alyattes, 21

Amorium, 54

Anakreon, 89

Anaksagoras, 7, 10, 58, 60, 61, 62, 63, 64, 65

Anaksimandros, 7, 26, 28, 29, 33, 34, 35, 40

Anaksimenes, 40, 88

Anşar, 23

Antik Ege, 1, 3, 5, 21, 86

Antik Yunan, 14

Antimadde, 33

Apeiron, 33, 34, 35, 40

Apollon, 28, 58, 59, 60

Arche, 40, 71, 86

Aristeides, 89

Aristo, 13, 23, 25, 62, 63

Athene, 15

Atina, 14, 56, 61

Avrupa, 10, 18

Ay, 21, 26, 30, 33, 59

B

Babil, 23

Batı Anadolu, 10, 35, 61, 65, 82, 87

Bergson, 41

Black Hole, 33

Büyük İskender, 16

C

Cladius Ptoleme, 29

Curie makrokozmosu, 32

Ç

Çin, 18

D

Dara, 39

Darius, 16

Darwin, 35

De Revolutionibus Orbitum Coelestium, 31

Deldi Kharete, 15

Demokritos, 7, 9, 66, 67, 68, 70, 71, 72, 81, 83, 89

Diamondlar, 23

Diogenes Leartus, 19

Diomedes, 15

Domityanus, 75

Dryo, 48

E

Ege Bölgesi, 19

Einstein, 32, 68, 71, 84

Emerson, 29, 45

Emirdağ, 54

Engizisyon mahkemesi, 31

Enyo, 15

Epiktetos, 7, 73, 74, 75, 76, 77, 78, 79

Epophroditos, 73, 74, 75

Eros, 27

Eudosus, 89

Euripid, 39

Ezop, 54, 56, 57

F

Frederich August Wolfe, 13

Friedrich Nietsch, 46

Friedrich Nietzch, 43

Frigya, 54, 74

Ful, 44

G

Galile, 31

Galileo, 31

Goethe, 41

Güneş, 30, 31, 59, 60, 61, 62

Güzelyalı, 69

H

Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, 48

Halikarnaslı, 14, 49

Hanımeli, 44

Hegel, 40

Heisenberg, 33, 68

hekim Kalinas, 89

Hemera, 27

Heraklit, 7, 36, 38, 39, 40, 41, 42

Heraklitos, 38, 39, 40, 41, 81, 83

Herodot, 7, 9, 14, 15, 19, 21, 25, 43, 44, 45, 46, 47, 48, 49, 50

Homeros, 7, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15, 16, 17, 23

Homerosla Hoseidos, 14

Horatiua, 13

İ

İlyada, 12, 13, 14

İsa, 19, 28, 30, 38, 48, 54, 75, 86

İtalya, 47, 49

İyon, 12, 14, 19, 23, 24, 39, 49

İyonya, 10, 39

İyonyalı, 21

İzmir, 3, 12, 14, 69

J

Jupiter, 30

K

Karınca, 52

Keçi, 51, 52

Kilizmanlı, 62

Kişar, 23

Kopernik, 31

Kosmos, 29, 33, 35, 62, 71

Köpek, 51

Ksantos, 54, 55

Ksenophanes, 88

Kyakseres, 21

L

Lampsakos, 62

Lapseki, 62

Lekippos, 89

Lidya, 21

Logik, 41

Logos, 38

Lord Tennyson, 29

Lukianos, 76

Lyxos, 47

M

Maion, 12

Maksimus Planudes, 55

Marcus Aurelius, 75

Mars, 30

Max Planc, 68

Maymun, 51

Media, 21

Meles Çayı, 11

Melesigenes, 11, 12

Merkür, 30

Mısır, 23, 24

Milet, 19

Mous, 62

N

Neron, 74, 75

Newton, 32, 70

Nietsche, 46, 41

Nötron, 69

Nukleus, 69

O

Odyssea, 12

Olimpos, 27

ozan Alkman, 89

P

Panatenaia, 14

Panyosis, 48

Peisistratos, 56, 57

Perikles, 61, 86, 87

Pers, 39, 71

Persaios, 89

Photon, 33

Pirendello, 84

Pireneli Bias, 88

Platon, 15

Praksiades, 28

Proklos, 12

Promete, 28, 30

Protogoras, 7, 80, 83, 84, 85, 86, 87

pulsar, 33

Q

quantum, 33

quasa, 33

R

Radyum, 32

Roma Stoa, 75

Routerfort, 68

Rönesans, 10, 89

S

Sakız adası, 54

Sart, 54, 89

Satürn, 30

Seneka, 75

Smyrna, 12

Sokrat, 15, 16, 39

Stoik felsefe, 75

Stoisyen, 75

T

Thales, 7, 9, 10, 18, 19, 20, 21, 22, 23, 24, 25, 28, 33, 40

Thalia, 47

Themis, 59

Tilki, 51, 53

Tiyamat, 23

Troya, 14

Tükidides, 49

Tydeus, 15

U

Universum, 33, 35

Uranus, 27

V

Venüs, 30

Von Mutzen und Nachteil Der Histori Fur Des Leben, 43

W

Wether, 41

William Shakespeare, 13

Y

Yılan, 51, 52, 56

YİN-YANG, 40

Yunanistan, 13, 15, 61, 62

Z

Zerdüşt, 23

Zeryane Telakkisi, 23

Zeus, 15, 56

Ziya Paşa, 21

Zodyak, 34

 

 

gallery/pict1

Kitaplarım

Antik Ege Işıltıları
gallery/herakles-pat-stonge