Sibirya Notları

 

SİBİRYA NOTLARI

Yıldız Sağtürk Sibirya Türkleri Arasında

 

 

Yaklaşık 25 bin kilometre katederek Kazan’dan Yakutsk’a uzanan Türkler’in arasına giren Yıldız SAĞTÜRK’ün ilginç röportajı

  * Urallar’dan Altaylar’a, Altaylar’dan Sakalar’a kadar Sibirya’da yaşayan Türk boylarının geleneksel hayatı, mücadeleleri ve kimlik arayışları... 
  * Tuva’da bir Şaman töreni, Turan’da bir Türk obasından kesitler... Yakutsk’ta, Lena Nehri çevresindeki Saha Türkleri’nin hayatları ve hedefleri... 
  * Eski Kızılordu askeri, günümüzün bağımsızlık ateşiyle yanıp tutuşan Başkurt gençler... Hakas Türkleri’nin hüzünlü türküleri. 

  

 

İÇİNDEKİLER

1- Dondurucu soğuğun sıcacık insanları Buzlar diyarında kaynayan kazan
   11 milyon kilometrekare

2- Tataristan

    “Uyan tatar uyan imdi, uyanıp ha vakit yitti”
    Sürekli soykırıma uğramış, sürülmüş toplum
    “Biz sizi Kanuni zamanından beri bekliyoruz, nerede kaldınız?”

3- Altay

   Geçmişten geleceğe köprü Ata toprağı
   Tarih Sayfaları
   Üç kardeşler

4- Tuva

    Maceralı yolculuk ve beklenmeyen sürprizler
    Bir başka sürpriz
    Göktürk Abideleri

   ‘Amacımız, Tuva’nın da bağımsızlığına kavuşması’

    Yenisey yazıtlarıyla tarihe yolculuk

    Bir şaman töreni


5- Ver elini Seserlik Yaylası

     Roza’dan şaman ayiniyle teşhis ve tedavi seansı
 

6- Yakutlar ülkesi: Yakutistan

     Yakutsk’ta, Ruslar bile ‘Yakut Türkçesi’ konuşur

     Baharı karşılama töreni
     Müzik durdu, yer-gök ‘horoy’ diye yankılandı
     Üç nesil bir arada

     Her şey dolarla

7- Hakasya

    Ülkelerinde azınlığa düşen Türk topluluğu: Hakaslar Hıristiyanlıkla şamanizm kol kola
    Sibirya’nın İtalyası: Minosenks
    Karlı dağlar, altın sular

8- Başkurtistan

    Başkurt gençlik derneği’ne bağlı 20 bin genç var Ufa sokakları tanıdık bir melodiyle inliyor
    En eski Rus kalesi

 

 

 

 

BÖLÜM  1
DONDURUCU SOĞUĞUN SICACIK İNSANLARI

 

BUZLAR DİYARINDA KAYNAYAN KAZAN

 

Asya’nın kuzeyinde kıta boyunca doğudan batıya, Büyük Okyanus’tan başlayıp Ural Dağları’na kadar yayılarak uzanan büyük bir alandır Sibirya. Kutsal Lena, Yenisey, Obi ırmaklarının, Kuzey Buz Denizi’nin dondurucu sularına doğru akarken derince yardığı 11 milyon kilometrekarelik heybetli bir kara parçasıdır. Kışın eksi 50 derecenin altına düşen sert iklimi ile bir karlar ülkesidir. İklimi çetindir Sibirya’nın. İlkbaharda buzların çözülmesi ile hepsi güneyden kuzeye akan ırmaklar Kuzey Buz Denizi kıyılarını tundraya, bataklığa çevirir. 1500 kilometrekarelik bir alanda ormanlar ve bataklıklar birbirini izler.

Anadolu’dan gelen bir Türk grubunun ilk defa gerçekleştirdiği bu yolculukta ilk durağımız olan Tataristan’ın başkenti Kazan’dan yola çıkıp, dağılan Sovyetler Birliği’nin sürgünler diyarı Sibirya’ya ayak bastık. Batıdan doğuya, Kuzey Asya’yı aşıp, Yakutistan’a, Sibirya’nın derinliklerine doğru uzandık. 25 bin kilometre yol katederek bir kültür okyanusu içinde nefes kesici bir yolculuk yaptık.

 

11 milyon kilometrekare

Halen Rusya Federasyonu içinde bulunan Sibirya’da, 1 milyon 300 bin Türk yaşar. Bu yazı dizimizde Sibirya Türkleri’nin, 11 milyon kilometrekarelik bir alana yayılmış Türk boylarının yurtlarından, hayatlarından, kimlik arayışlarından, özgürlük mücadelelerinden ve yöre yöre, boy boy Türk kültürünün zenginliklerinden sözedeceğiz. 1994 yılında yapılan bu seyahate kadar hemen hemen hiç ulaşmadığımız Kuzey Sibiryalı kardeşlerimizin hayatlarını, ıstıraplarını, coşkularını birlikte paylaşacağız. Onların hayatlarından kesitleri sizlere taşıyacağız.

Bir ucundan diğer ucuna 7 saat zaman farkı genişlikte topraklara sahip olan Sibirya, binlerce yıldır bağrında yaşayan pek çok Türk boyuna diyar olmuş, yar olmamış. Bugün belirsizliğin gelecek kaygısının, fakirliğin kol gezdiği bu yurtlar zengin tabiata ve zengin topraklara sahip. Ancak Sahalar’ın, Hakaslar’ın, Tuvalar’ın, Başkurtlar’ın, Tatarlar’ın yazgısı, toprağının meyvasını yiyememek, ürününü alamamak, canına can katacak kıymetli madenlerini kullanamamak, veriminden yararlanamamak...

Kazan’ı yurt tutmuş bir Tatar, yoksulluğunu Tatar Türkçesi ile şöyle dile getiriyordu: “Bebengi var, epi var, ara var, tirmişimiz heybet.” Anadolu Türkçesine çevirdiğimizde şu manaya geliyor: “Patatesimiz varsa, ekmeğimiz varsa, içeceğimiz varsa, hayatımız muhteşem demektir.”

8 ay insan boyu kar altında yaşayan ve 4 ay üstüne güneş doğmayan Sibiryalının yediği sadece patates ve lahanadır. İçtiği çaydır.

Uçağımız İstanbul’dan Karadeniz üzerinde uzun bir uçuşa geçtikten sonra Sibirya’ya açılmadan önceki ilk durağımız Kazan, Tataristan’ın başkenti. Volga kıyılarında yaşayan Kazan Tatarlarının kökünün Volga Bulgarlarına dayandığı kabul edilir. Volga Bulgarları bundan 7 yüzyıl kadar önce Volga kıyılarında Büyük Bulgar ve Altınorda Devleti’ni kurdular. Kazan Hanlığı, Altınorda Devleti’nin yıkılması ile küçük birimler halinde yarı vahşi yaşayan Ruslar, 1481’de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kazan Hanlığı’nın kurulmasından, Kazan Devleti’nin işgaline kadar olan süre içinde, Kazan Türkleri ile Ruslar arasında kanlı savaşlar aralıksız olarak devam etmiştir. Sürekli bir saldırı ve direniş şeklinde sürüp giden bu çatışmaların temel amacı, Rusların önlerindeki güçlü Tatar engelini yıkarak Sibirya’ya açılma arzusu idi. 1461-1552 yılları arasında Rus Devleti, Kazan topraklarına 24’ten fazla saldırı yapmış, bu dönemde Kazan, tarihin kaydettiği ender vahşetlerden birini yaşamıştır. 1552 yılında Kazan’ın taş üstünde taş bırakılmadan düşmesi ile Sibirya’nın uçsuz bucaksız sahaları ve sınırsız zenginlikleri, Rusların eline geçmiştir. Ve Tataristan günümüze kadar kendi zenginliklerini kendi kullanabilme imkanlarından yoksun, kendilerinin deyimiyle bahtsız yaşamak zorunda kalmıştır.

  

Rusların ‘Volga’, Türklerin ‘İdil’ adını verdikleri nehrin üzerinde oluşan dünyanın en büyük baraj gölünde “Maksim Gorki” gemisi ile yaptığımız bir gezi esnasında Kazan’ın tanınmış yazarlarından Tataristan Yazarlar Birliği Başkanı ve Tataristan’ın Rusya Federasyonu’ndaki temsilcisi, milletvekili Renat Muhammed ile bir söyleşi yaptım. Nezih bir Kazan Türkçesi ile kendi ülkesini şöyle anlattı Renat Muhammed:

 

Yıldız Sağtürk: Renat, siz Tataristan’da yetişmiş ve Tataristan’la bütünleşmiş bir şairsiniz. Nasıl bir ülke sizin ülkeniz, neler söylemek istersiniz ülkeniz hakkında?

Renat Muhammed: Ne söylesem de, Tataristan hakkında yine de söyleyemem. Çünkü Tataristan benim ülkem. Burada Türk halkı var. Acı, ıstırap çekmiş Türk halkı. Burada işkence görmüş, kurşunlanmış, sürgüne gönderilmiş nice aydınlar, nice bilgeler var. Yusuf Akçoralar, Zeki Velidi Toganlar, Akdes Nimet Kuratlar, Reşit Rahmeti Aratlar, Ayaz İshakiler. Benim ülkem ıstırapla yoğruldu ama ben bu ülkede yaşıyorum. Başka bir ülkede nasıl yaşanır bilmiyorum.

Yıldız Sağtürk: Siz kendinizi nasıl adlandırıyorsunuz?
Renat Muhammed: Ben Türküm. Benim babam Şimal Türküydü. Ben de Şimal Türküyüm. Yıldız Sağtürk: Bundan sonra yeni bir dünyaya açılıyorsunuz. İleriye nasıl bakıyorsunuz?

Renat Muhammed: Buna alışmak bir zaman işi. Hemen olamayacak. Bize yıllarca “Sen Tatarsın” dediler, “Sen Başkurtsun. Sen Kazaksın.” 15 kilometre sonra, “Sen Kırgızsın. Sen Türkmensin.” Karakalpak diyenler, Balkar, Turgay diyenler, Çuvaş, Orda, Yakut, Saka, Tuva diyenler... Derin ayrılıklar yarattılar. Birbirine kırdırttılar. Biz özümüzü, Türklüğümüzü anlayamadık. Onun için zor. Zaman gerekli. 5 yıl önce 100 Tatar’a “Sen Türk müsün?” diye sorsanız 100’den birisi “Türküm” demezdi. Şimdi sorsanız 90’ı “Ben Türküm” der. Önce Türk dünyasında bu bilinç oluşacak.

Yıldız Sağtürk: Biz önce kendimizi tanıyacağız. Sonra bütün dünyaya tanıtacağız diyorsun. Mümkün mü bu sence?

Renat Muhammed: Elbette. Çünkü babalarımız, atalarımız aynı kültürün insanlarıydı. Onlar olmasa biz olmazdık. Biz bir kültürün insanıyız. Hiçbir şey, hiçbir kuvvet bu özü değiştiremedi. Biz bunun hep birlikte farkında olalım. Kazan’da, İstanbul’da, Çin’de, Kazakistan’da, Yakutistan’da... Aynı kültürün insanlarıyız. Dünya bu gücü çaresiz kabul edecektir.

  

Yıldız Sağtürk: Biz hem birbirimize benziyoruz, hem de farklı farklıyız. Bu çok büyük bir zenginlik, bir kültür zenginliği, öyle değil mi?

Renat Muhammed: Evet ama bizim ortak bir alemimiz var. Ortak dilimiz var. Benzerliklerimiz, farklılıklarımızdan çok daha fazla.

Yıldız Sağtürk: Buradan ne haykırmak isterdin bütün dünyaya? Bütün dünyaya vermek istediğin bir mesajın var mı?

Renat Muhammed: Biz bahtlı yaşamak istiyoruz. Bütün ulusların bahtlı yaşamak hakkıdır. Artık biz de bahtlı yaşamak istiyoruz.

Sözleri özgürlük, bağımsızlık yakarışlarıydı büyük yazar Renat Muhammed’in. Tataristan 1990 yılında bağımsızlığını ilan etti. Ancak en önemli zenginliği petrolüne sahip çıkabilmek için bile büyük mücadeleler verdi.. 1952 senesinde 1990 senesine kadar çıkarılan 2.5 milyar ton petrol Rusya’nın inisiyatifi altında komünist devletlere kullandırılmıştır.

Yıldız Sağtürk, Volga-İdil üzerindeki Maksim Gorki gemisinin önünde, 25 bin kilometre sürecek Sibirya yolculuğuna çıkmadan az önce.

Volga-İdil petrol dolum tesisleri

Bir Tatar düğününde milli kıyafetleri içindeki Tatar kadınları,
başındaki şalıyla, sırtındaki kaftanıyla, ayağındaki eteğiyle özbeöz Türk motifleri taşıyor.

Sibirya, Tatarca ‘Uyuyan Topraklar’demektir. Gerçekten de Sibirya senenin büyük bir kısmını karlar ve buzlar altında karanlıkta uyuyarak geçirir. Altı ay çetin Sibirya kışıyla mücadele eden Sibirya’lının yaşamı çok çetindir.

                          

BÖLÜM 2

TATARİSTAN

“UYAN TATAR UYAN İMDİ, UYANIP HA VAKİT YİTTİ”

İstanbul’da tanıdığım ünlü Tatar sanatçısı, Vafire İzzetli’nin duru, gür, inançlı ve iradeli sesi kulaklarımda çınlıyordu. Tataristan caddelerinde dolaşırken, Lenin Üniversitesi önündeki dev boyutlu ve hala heybetini muhafaza eden Lenin heykeli önünde, Güzel Sanatlar Müzesi’nde Cengiz Han’ın torunu Batu Han’ın ve temsili göç resimlerinin önünde, Korkunç İvan’ın, Kazan’ı alev alev yaktığı temsili resimlerin önünde, zincire vurulmuş halk kahramanı Noyan-Kıpçak kızı Tatar prensesi, Kazan’ın Hanbike’si Süyünbike Hatun’un bembeyaz heykeli önünde, 700 yıl kadar önce Kazan Tatarlarının atalarının yaşadığı tarihi Bulgar şehrinde gezindikçe Vafire İzzetli’nin işte bu duru, içten ve yürekli sesi kulaklarımdan gitmiyordu.

Uyan Tatar uyan imdi Uyanıp ha vakit yitti.

Bu sesin bende bıraktığı etkiyi birlikte yaşamak için, yolculuğumuza kaldığımız yerden devam etmeden önce Tataristan’ın bağımsızlık hareketleri içinde aktif görev almış, Tatar halkının uyanışını sağlayabilmek için cesur bir mücadele örneği vermiş kahraman Tatar kadını Vafire İzzetli ile İstanbul’da yaptığımız söyleşiye burada yer vermeden geçemeyeceğim.

Yıldız Sağtürk: Tataristan’ın bağımsızlık hareketleri ve bu mücadele içinde sizin faaliyetlerinizden söz eder misiniz?

        

Vafire İzzetli: Hayırlı saatler aziz kardaşım. Benim babam, atam sağken, yaşıyorken bize şöyle derdi: “Türk gelir vatan yerine, Türk ile siz birleşip bir olsanız, Türk gelen siz oraya varsanız. Bizim vatan azatlığa (hürriyete) erişirdi.” Bizim azatlığımızın çaresini Türk ile bir olmakta görürdü. Babam bize Türklerle birlikte hareket etmeyi vasiyet etti. Ben onun için şimdi buradayım. İstanbul’a bunun için geldim. 75 yıldır sizden ayrı yaşadık. Artık bizim Tataristan halkı müstakillik yolunda. Artık gözlerimiz açık, görüşümüz kararlı. Komünizm ideolojisinin sonu geldi. Tataristan’da artık azatlık zilleri çalıyor. Ben Tatar İçtimai Meclisi’nin mücadele eden bir üyesiyim. Bu mücadeleyi başaracağız.

Yıldız Sağtürk: Rusların, Sovyetler döneminde nasıl baskısı oldu Tatarlar üzerinde?

Vafire İzzetli: Bunları anlatabilmem mümkün değil. Yaşamak lazım. Bizi bitirdiler. Önce dilimizi yok ettiler. Güzel dilimizi kaybettik. Tatarcayı konuşan çok az insan kaldı. Nesiller birbirinden koptu. Sonra dinimizi yok ettiler. Canımızdan söküp aldılar. Halk dilsizlendi, dinsizlendi. Tatar kızları Ruslarla evlendi. Doğan balalar (çocuklar) Rus da değil, Tatar da değil. Ama biz bunları hep anlıyorduk. Ama ben her zaman, doğduğumdan beri mücadele ettim. Bizim özümüze dönmemiz gerek. Halkıma hep bunu anlatmaya çalıştım. Bizim “Azat Hatun” adlı bir dergimiz vardı. Milli hareketler içinde mitingler düzenledik. Azat hatunları kırıp geçirdiler. Azat hatunların aileleri bahtsız kaldı. Azat hatunlar balasız kaldı. Çok çileler çektik. Çok acılar yaşadık. Yılmadık. Bizi önce anlamıyorlardı. Biz mücadele etmesek Tatar uyuyor. Onu uyandırmak gerek.

Yıldız Sağtürk: Siz şarkılarınızla, türkülerinizle halkınızdaki özgürlük duygularını da harekete geçiriyorsunuz. Gerçekten Tataristan uyandı mı?

Vafire İzzetli: Tataristan uyanmıştır. Ancak halkı daha aydınlatmak gerekiyor. Biz birbirimizi daha iyi tanısak, babamın atamın dediği gibi siz bize gelseniz, biz size gitsek, Tatarlar görseler, inanıyorum ki Tatarlar özgürlüğü tanır, tadını alırlar. Cumhurbaşkanımıza inanıyoruz. Önce biz birbirimizi tanıyacağız. Sonra bütün dünya bizi tanıyacak. Dilimiz, dinimiz bir. Biz kardaşız.

Vafire İzzetli’nin sesinde Tataristan’ın özgürlük ateşi yankılanıyordu. İşte bu ses, Tataristan’ın başkenti Kazan’ı dolaşırken, tanımaya çalışırken beni adım adım takip eden sesti.

Kazan’da ayakta kalabilmeyi başarmış nadir İslami yapılardan biri olan Ecim Camii’nin minaresi

Kazan Tatarları, uzun yıllar Sovyetlerin baskısı altında asimile edilmeye çalışılmış. 30’lu yıllardan sonra Rusçanın resmi dil haline getirilmesi ile Türkçelerini ve benliklerini büyük oranda kaybetmişler. Ancak halkın yaşama biçimi içinde gizli Türk kültürü bütün baskılara rağmen benliğini korumayı başarmış. Yeniden alışmaya çalıştıkları Türkçede, Rusçanın ağır izleri var. Dikkatle dinlendiği zaman Türkçe kelimeler algılanabiliyor. Kazan bir kültür merkezi. Marksist öğelerle dolu. Ancak yeniden benliğini bulmaya çalışan toplum, kültür merkezini Tatar müzesi haline getirme çabası içinde. Cengiz Han, torunu Batu Han, Altınorda Hanı Berke Han ve daha pek çok temsili tablo bu müzede yer alıyor. Halk kahramanı Süyünbike Hatun’un heykeli, tarihi giysiler, müzik enstrümanları Tatar kültürünün toplu bir sentezini oluşturuyor.

 

Sürekli soykırıma uğramış, sürülmüş toplum

 

Sürekli soykırıma uğramış bir toplum olan Tatarların nüfusu 7 milyona yakındır. Ancak Tataristan’da 1.7 milyonu aşar. Diğerleri başka yerlere göçürülmüş, yerlerinden yurtlarından edilmiştir. Milli uyanış Tataristan’da, Perestroyka’nın 1. yılında başladı. Tataristan’ı federal statüye kavuşturmak üzere Tatar İçtimai Merkezi kuruldu. 1990 yılının 30 Ağustos’unda Tataristan Yüksek Şurası Tataristan’ı, federal cumhuriyet olarak ilan etti ve beyannamede, “Tataristan’ın milli varlığı, Tataristan halkının malıdır.” ibaresi yer aldı. Anayasa kabul edildi. Fakat Sovyetler Birliği ve Rusya tarafından tanınmadı. 1990 Tataristan kuyularından 34 milyon ton petrol çıkarıldı, geliri Tataristan’a verilmedi. Ancak 1991 yılında kendi yararına 1 milyon ton petrol satmasına izin verildi. O günden bu yana Tatarca öğretim yapan okulların sayısı arttırıldı. Tatarca gazeteler ve dergiler çıkarılmaya başlandı. Fakat Ruslar dağılan Sovyetler Birliği içinde federal cumhuriyetlere göz açtırmadan kendilerine tâbi kılma çabalarını sürdürmekten vazgeçmediler. Tataristan’ın egemenliğini ve müstakilliğini tanımadılar. 3 Şubat 1992’de Kazan Türkleri bağımsızlıklarını ilan ettiklerini Birleşmiş Milletler’e duyurdular. Milli meclis oluşturup, 25 temsilciliği yurtdışında yaşayan Tatarlar’a ayırdılar. “Vatan Muhafızları” adıyla gönüllü birlikler oluştu.       

Bölgenin en zengin topraklarına sahip Tataristan, topraküstü zenginliklerinin yanısıra altın, gümüş, zümrüt, elmas ve petrol gibi yeraltı varlıklarına, uçak, helikopter, otomobil imal eden fabrikalarına, gelişmiş sanayiine artık sahip çıkmaya kararlıdır. Tatar uyanmıştır artık. Çünkü biliyor ki, biraz daha gecikirse vakit çok geç olacak.

        

“Biz sizi Kanuni zamanından beri bekliyoruz, nerede kaldınız?”

 

Volga-İdil üzerinde, dünyanın en büyük baraj gölünden hareket eden nehir otobüsü güneye, Hazar Denizi’ne doğru, nehrin aktığı yönde hareket etti. Kilometrelerce süren kıyılarda kurulu sanayi bölgelerini arkada bırakıp, eskimiş sanayinin kirlettiği nehir sularında 30 dakika kadar süren 120 kilometrelik yolculuktan sonra tarihi Bulgar şehrine ulaştık. Bulgar şehri, Tatarların kökleri Volga Bulgarlarının eski başkenti.

Eski bir Türk şehri. 920 yılında Bağdat’tan din adamları getiriliyor İslamı öğretmek için. İbni Fazd’ın seyahatnamesi tercüme ediliyor. Camiler kuruluyor. Halen varlığını koruyan El Mescid-i Camii 13. yüzyılda yapılmış. Türk kemerli Selçuklu mimarisi örneği. 1552 yılında Çar İvan tarafından Ruslaştırılmış Bulgar şehri. Şehir sakinleri bizi buruk bir coşkuyla karşılıyorlar. “Biz sizi Kanuni zamanından beri bekliyoruz. Nerede kaldınız? Ayağınızın altına kırmızı halı mı serelim?” serzenişleri, latifeleriyle gezimize eşlik ediyorlar.

 

  

Bulgar şehri camii ve müzesi 13. yüzyıl

Gezimiz her zaman görülemeyecek güzelliklerle dolu. Ve her zaman göze alınamayacak kadar çetin bir yolculuk. Programımız çok önceden belli olduğu ve vizeler alındığı halde Moskova’dan izin alınamadığı için bizi Sibirya’daki Türk dünyası ile kucaklaştıracak olan ikinci durağa hareket etmemiz mümkün olmadı. Gerekçe, benzin olmadığı için uçağın kaldırılamayışı. Anlamsız ve sonu belli olmayan, 3 gün süren bir bekleyişten sonra uçağımızın motorları çalıştı. Heyecanımız son raddeyi bulmuştu. Hedef benzin almak üzere, ara durak Ufa ve sonra Türklerin anayurdu Altay’a doğru.

Sibirya yolculuğuna bir sonraki bölümde Başkırdistan’ın başkenti Ufa, Dağlık, Altay ve Asya’nın merkezi Tuva ile devam edeceğiz.

 

  

BÖLÜM 3

ALTAY

GEÇMİŞTEN GELECEĞE KÖPRÜ

 

“Tataristan” adlı, bundan böyle bizi her yere götürecek olan uçağımızla Kazan Havaalanından hareket edip 40 dakika sonra benzin almak üzere Ufa’ya indik. Başkurdistan’ın başkenti Ufa’da yapacağımız geziler, dönüş güzergahımız üzerinde. Ufa’dan uçağımıza yakıt aldıktan sonra 3.5 saat süren bir yolculuktan sonra sabah saat 6.15’te, yerel saatle 10.15’te Altay’ın başkenti Barnau’ya indik.

 

Şehrin merkezi Lenin Caddesi’nden otobüsle geçerek 268 yıllık bir şehir olan Barnau’da geziniyoruz. 18. asırda Dimitri tarafından kurulmuş, 700 bin nüfusu olan bir şehir. Obi Nehri’nin kıyısına kurulmuş. Altay Dağları’ndan doğan Katun Nehri’nin tertemiz suları, sanayi ve tarım atıkları ile kirlenmiş Bi Nehri ile birleştiği noktadan itibaren birkaç kilometre birbirine hiç karışmadan akıyor. Nehrin iki yakası bu bölgede temizliğin ve kirliliğin iki ayrı rengini oluşturuyor. “Bi”, Altayca ‘kuvvetli’ demek. Bi ve Katun’un birleşmesi, Obi Nehri’ni oluşturuyor. Barnau’da Altay Türkleri nüfusun yüzde 11’ini oluşturuyor, yüzde 60’ı ise Rus. Altay Türkünün buradaki nüfusu 75 bin. Geri kalanı Ukraynalılar ve Almanlar. Şehrin yerleşimi dağların arasında. En yüksek tepesi 4 bin 500 metre. Dağlardan çilek, mantar toplanıyor. Münbit topraklarda şeftali hariç herşey yetişiyor. Maden yatakları zengin. Altın ve nikel çıkarılıyor. Yılda 1 kilo tiftik veren yöreye has bir tür dağ keçisi, at ve geyik yetiştiriliyor. Dağlık Altay Cumhuriyeti önce otonom cumhuriyetini, hemen ardından özgürlüğünü ilan etmiş. Yabancılardan 100 dolar ayakbastı parası alıyor. Cumhuriyette 1 şehir ve 10 bölge var.

  

Ata toprağı

200 kilometrelik yolu uzun, yuvarlak burunlu, eski bir otobüsle 5 saatte tırmanıyoruz Altay Dağlarına. Emektar otobüs kah su kaynatıyor, kah nazlanıyor yeniden çalışmak için, ama yine de hedefe ulaşıyoruz.

Ata toprağına Türkiye’den gelen ilk Türk kafilesi olmanın verdiği bir heyecan sarıyor hepimizi. “Yolıgar Iritsu Bolzın” (Yolunuz açık olsun) yazıyor tabelada Kiril alfabesi ile yazılmış Altay Türkçesi ile.

Asfaltlanmış dar kıvrımlı dağ yolunun iki kenarında at ve ren geyiği yetiştiren göçebelerin çadırları ve yerleşim alanları görülüyor. Otağ tipinde geniş, konik tepeli, dairesel olarak kurulan tipik Türk çadırları bunlar. Bölgede değişik dinler görülüyor. Hıristiyanlar, Budistler, Mecusiler ve Burhaniler. Budizm, Hıristiyanlık ve Şamanizmin birleşmesinden oluşan bir din Burhanilik. 19. yüzyılın başlarında bölgeye gelen misyonerler Türkleri çoğunlukla Hıristiyanlaştırmışlar. Ancak şeklen Hıristiyan olan halkta Şaman geleneği yaygın.

        

İleride Altıngöl, günbatımında altın ışıklar saçıyor. 327 metre derinliği ve 77 metre uzunluğu olan, temiz tatlı suyu olan bir krater gölü Altıngöl. Dağlık Altay’ın tepedeki yerleşim alanına vardığımızda halkevi, kütüphane ve küçük ahşap bir binadan oluşan müzeyi gezerken Nazım Hikmet’ten sonra Anadolu’dan giden ilk Türklerin biz olduğumuzu öğrendik.

 

Geçmişine sahip çıkmayanın

Altay Özerk Türk Bölgesi’ne adını veren Altay Dağları bölgeyi tamamen kaplar ve Gobi Çölü’nün ortalarına kadar 200 kilometre boyunca uzanır. Bu dağlar yeraltı ve yerüstü pek çok zenginliği ve Türk kültürünün köklerini içinde muhafaza eder. Altay Türkleri ve çevresindeki bütün Türk boyları, özlerini olduğu gibi korumuşlardır. Altay Dağları, Türk medeniyetinin özünü içinde taşıyan bir ulu müzedir. Geçmişten geleceğe bir köprüdür. Kurganlardan Türk medeniyetine ait eyerler, mumyalar, at koşum takımları, ahşap oymalar, altın kakmalı süs eşyaları, halı parçaları, kılıçlar, keçe örtüler gibi pek çok eser çıkarılmıştır. Milattan önce 5. yüzyıla kadar uzanan bu Hun- Türk eserleri, Rusya’nın çeşitli müzelerinde sergilenmektedir.

 

Tarih Sayfaları

Orta Asya ve Sibirya tarihi 450 yıldır saldırılar ve baskılar arasında geçti. Kolhonizatörler bu bölgeye girinceye kadar Orta Asya, Avrasya bozkırının kalbi idi. Türk-Moğol süvari orduları buradan yakındoğu ve Avrupa içlerine aktılar. Türk Hunları Atilla’nın yönetimi altında Katalan cephesine kadar uzandılar. Onlarla akrabalık bağı bulunan Macarlar Lechfeld’e, Moğollar ise Legnica’ya kadar geldiler. 13. ve 14. yüzyıllarda Cengiz Han ve Timurlenk yönetimindeki Asya’nın bozkır hakları en güçlü oldukları dönemi yaşadılar. Büyük bir kısmı Türklerden oluşan Cengiz’in orduları kısa bir zaman için de olsa bir dünya imparatorluğu kurdular. Onun yerine geçenler, dinini kabul ettikleri Müslüman Doğu’ya, Rusya’ya ve Çin’e hükümdarlık ettiler. Semerkand’ı başkent yapan Timur, Cengiz’in eserlerini tekrarlamak istercesine ikinci bir Cengiz gibi faaliyet gösterdi. Moskova Hükümdarlığı’nın yükselişine ve 1554’te Çar IV. İvan’ın (Korkunç İvan) Kazan Hükümdarlığı’nı sürekli saldırılarla yıpratması, yerle bir etmesi ve Kazan şehrini yıkmasından sonra dünya tarihi gelişimi tersine dönmeye başladı. O güne kadar yenilmez kabul edilen Tatarlar ilk kez büyük bir yenilgiyi yaşadılar ve geri çekilmeye mecbur kaldılar. Bundan sonra Rus koloni sakinleri, satıcılar ve askerler Sibirya’ya doğru ilerlediler. Büyük Peter ile birlikte 18. yüzyılın başlarına doğru Türklerin göç dalgası başladı. 1783’te Büyük Katerina Kırım-Tatar Hükümdarlığı’nı ortadan kaldırdı. Tatarların çoğu Türkiye’ye kaçtı. Rus sömürgeciliği 19. yüzyılda doruk noktasına ulaştı. Kafkas dağ halklarını boyunduruk altına almaya başladılar. Müslümanlar buna bir ayaklanma ve 30 yıl süren kutsal bir savaşla cevap verdiler. Avar Şamil’in yönetiminde gerçekleştirilen bu kanlı mücadele 1859 yılında Kafkasların teslim olması ile sona erdi. İkinci bir kol, emin bir sınır arayışı görüntüsü altında Türkistan’a kadar ilerledi. İhtilalden sonra komünistler, Çar’ın mülkiyetini sosyalist bayrağı altında tutmayı başardılar. Özellikle Stalin döneminde Orta Asya ve Sibirya’daki halklar en kötü aşağılanmaları yaşadı.

 

Kazakistan Cumhuriyeti’nin kuzeydoğusuna düşen ve Türklerin atayurdu sayılan bu bölge, binlerce yıl boyunca Türklüğe sadık sakinlerini bugüne değin yaşatıp beslemiştir. Bu yörede Türkçenin yakın şivelerini konuşan Rusya Federasyonu’na bağlı 3 özerk Türk cumhuriyeti bulunmaktadır. Bunlar, Tuva Özerk Cumhuriyeti, Hakas Özerk Türk Bölgesi ve Altay Özerk Türk Bölgesi’dir. Altay Türkleri, Altay kişileri namıyla anılan en eski Türk kavmidir. Orijinal Türk kültür hayatını yaşamaktadırlar. Altay Dağları çevresi eski Türk medeniyetlerinin eserlerini saklayan bir ulu müzedir. Biya ve Katun (Hatun) nehirlerinin birleşerek Obi Nehri’ni oluşturduğu yerde kurulu Biysk şehrinin yakınındaki vadide yer alan Pazirik kurganlarında pek çok Hun-Türk eseri ortaya çıkarılmıştır.

Dağlık Altay Cumhuriyeti’nde en büyük neşe kaynağımız çocuklardı. Bizleri görünce gözlerinin içi parladı. Birlikte fotoğraf çektirme teklifimizi hemen kabul ettiler.

 

Altay Dağlarından doğan Katun Nehri’nin suları Bi Nehri ile birleştiği noktadan itibaren birbirine hiç karışmadan akıyor.

Bi ve Katun nehirlerinin birleştiği yerden itibaren Obi nehri başlar.

Gorno Altay yolu üzerinde Katun (Hatun) nehri boyunca yol aldık.

 

BÖLÜM 4

TUVA

MACERALI YOLCULUK VE BEKLENMEYEN SÜRPRİZLER

Barnau’dan “Tataristan” adlı uçağımızla Tuva’ya doğru hareket ediyoruz. Bir temmuz günü, akşamın saat 9’u. Gün henüz aydınlık. Türkiye’de saat öğleden sonra 4. İstanbul ile aramızda 5 saat zaman farkı var. Bir sonraki durağımız Tuva’nın başkenti Kızıl, Asya’nın merkezi. Uçağımız Kızıl’a inmek üzere alçalmaya başladığında yeni sürprizler, beklenmeyen maceralar bizleri bekliyordu. Alana uçuşumuzun haberi iletilmediğinden, gece vakit oldukça geç olduğu için havaalanında hiçbir görevli bırakılmamış. Mürettebatı ile birlikte gideceğimiz her yere bizi ulaştıracak olan uçağımızın usta pilotu geceyarısı karanlığında sadece küçük uçakların inmesi için yapılmış, üstelik tamamen ışıksız alana tesadüfi bir iniş yapmak zorunda kaldı. Pervaneler sustuğunda alan personeli olmadığı için uçağa merdiven yanaştırılmasının mümkün olmadığının farkına vardık. Uçaktan aşağıya zar zor inebilen bir uçak personeli alanda bulduğu bir yangın merdivenini uçağın kapısına dayadı. Küçük bir yangın merdiveni ile yaşlı-genç inişimiz izci şartları ile gerçekleştikten sonra valizlerin uçaktan alınması işi de grubumuzun çabaları ile sonuçlandı. Bu iş sonuçlandıktan sonra alanın ortasında bir valiz tepesinin etrafında öylece kalakaldık. Bizi kalacağımız otele götürecek vasıta gerekiyordu. Yine uçak görevlilerinden biri, uzun bir mesafe yürüyerek belediye otobüslerinden birini yolundan çevirip getirene kadar bir hayli süre alanın ortasında öylece beklemeye koyulduk. Nihayet gelen otobüs valizlerimizle birlikte hepimizi otele ulaştırdığında gecenin ikinci sürprizi bekliyordu.

       

Bir başka sürpriz

Kalmamız için ayrılan “Mongol Oteli-Moğol Oteli” adlı bu otelin bugüne kadar turizm amacıyla hiç kullanılmamış bir görünümü vardı. Çinliler’in uğrak yeri olan, uyuşturucu ve kadın ticareti, hırsızlık ve her türlü kanunsuz işin yapıldığı otelimiz, şikayetimiz üzerine Devlet Başkanının talimatı ile polis tarafından süratle boşaltıldı, temizlendi ve 70 kişilik araştırmacı ve turist kafilesinin kalışına hazırlandı.

Tuva Özerk Türk Cumhuriyeti, Yenisey Nehri’nin aşağı mecrasında, Batı Sayan Dağları ile Tannu Ola Dağları arasında yer alır. Rusya bu Türk ülkesini 1945 yılında topraklarına katmış. Ülkenin yarısı ormanlık. Sibirya’daki, Rusya Federasyonu içindeki ve dağılan SSCB içindeki bütün Türk ülkeleri gibi kendisinin kullanmadığı çok zengin tabii kaynaklarına rağmen fakir bırakılmış. Asya’nın merkezi Kızıl, bugünkü haliyle bir yoksulluklar beldesi.

 

Göktürk Abideleri

Tuva’nın zengin tarihi, kültürü ve destanları vardır. Göktürk alfabesi ile yazılı kitabelerin en çok bulunduğu bölge Yenisey Nehri’nin yukarı havzalarıdır. Bu kitabelerin Minusenks’te müzede, bir kısmı ise Kızıl’da Tuva Müzesi’ndedir. Tuva’daki eserlerin toplandığı yer, ne yazık ki korumasız. Rus asıllı bir Türkolog olan İgor Kornişof, uzun yıllardır bu yazıtlarla ilgili çalışmalarını sürdürmekte.

      

Dağılan Sovyetler Birliği üzerinde kurulan Rusya Federasyonu’na bağlı cumhuriyetler içinde yeni benlik arayışı çabaları, halk topluluklarını kendi özünü, geçmişini bulmaya ve yarım asırdır yanlış belletilen tarihi değiştirmeye yöneltti. Toplumlar kendi kaderlerini kendi çizme tutkusu içinde toplum hayatının riskini kendi üstlerine almak istiyorlar. Kendi tabii kaynaklarını, ormanlarını, zengin maden ve petrol yataklarını, zengin topraklarından elde ettiklerini, kendi ürettiklerini, kendi havalarını, sularını kirleten fabrikalarını kendileri kullanmak, kendi ticaretlerini kendileri yapmak istiyorlar. Toprakları üzerinde nesilleri yok eden nükleer denemeler üzerinde söz sahibi olmak istiyorlar. Kurulan ve kurulma çabası olan küçük cumhuriyetler, kendilerini yönetmek adına zorlu bir varoluş mücadelesi veriyorlar.

Kazan’dan Sibirya’ya kadar binlerce kilometrekarelik alanın dört bir yanı mezarlıklarla dolu. Bunlar geçmişten geleceğe adeta bir köprü. Kimi 4500 sene öncesinin Şamanist izlerini taşırken, kimi de 900 sene öncesinin İslamiyetinden esintiler taşıyor.

Yıldız Sağtürk, Tuva Müzesi’nin bahçesinde binlerce yıllık taş balballar üzerinde inceleme yapma fırsatı da buldu, müzede koruma altına alınan şanslı eserlerden biriyle fotoğraf çektirdi. Dışarıda ise doğanın insafına bırakılmış yüzlercesi terk edilmiş durumda.

   

‘AMACIMIZ, TUVA’NIN DA BAĞIMSIZLIĞINA KAVUŞMASI’

Tuva Demokratik Milli Hareketleri’nin Başkanı Selçuk Sukinoğlu ile hareketin liderlerinden Bayır Sergei ve İmat Sergei, Ulu Yenisey Irmağı’nın yukarı kesimlerinden çıkarılmış Göktürkçe balbalların bulunduğu Tuva Müzesi’nin bahçesinde bizi karşıladı. Bütün özgürlük mücadelesi veren liderler gibi derin çizgiler vardı yüzlerinde. Dağların tozunu taşıyan tek tip toprak rengi giysileri içinde birbirlerine çok benziyorlardı. Ortak alın çizgileri, aynı temkinli ve endişeli konuşma, aynı derinden, yürekten gelen ses, her üçünde de ortak kader yazgısı. Toprağın üstüne birlikte oturduk. Dilleri Tuva Türkçesi idi. Ama anlayabilmek zordu. Ama ne yazık ki kendilerini Rusça anlattılar. Rehberimiz olan bir Tatar kızı, bize yarı Tatar Türkçesi, yarı Anadolu Türkçesi ile çevirdi. Farklı Türkçeleri anlayabilmek için birkaç gün kulak pratiği gerekli. Birbiri ardına sorduğum “Nasıl bir özgürlük arayışı içindesiniz?”, “Nasıl bir devlet kurmaya çalışıyorsunuz?”, “Halkın desteğini alabiliyor musunuz?”, “Cumhuriyetle birlikte iktisadi durumunuzu nasıl dengelemeyi düşünüyorsunuz?”, “Türkiye’ye mesajınız var mı?” gibi sorularıma şu cevapları verdiler.

  

Selçuk Sukinoğlu: Amacımız Tuva’nın bağımsızlığa ve istiklaline kavuşmasını temin etmek. Rusya Federasyonu’ndan ayrı bir Tuva Cumhuriyeti meydana getirmek. 1 yıldır bu amaç doğrultusunda mücadele veriyoruz. Milli cumhuriyet olma fikri, artık Anayasamızda yerini almıştır. Bugün diğer Türk cumhuriyetleri ile münasebetimiz kurulmuştur.

Bayır Sergei: Nisan ayında Moskova’da yapılan Türk Toplulukları Kurultayı’na katıldık. Azeriler, Türkmenler, Kırgızlar, Özbekler ve Kazaklarla bir araya geldik. İstiklalimizi tümüyle elde ettikten sonra Birleşmiş Milletler’e katılmayı arzu ediyoruz.

İmat Sergei: Şimdi henüz Rusya Federasyonu’na bağlıyız. Bağımsız değiliz. İktisadi durumumuz hiçbir zaman iyi olmadı ama bugünkü kadar da kötü olmadı. Bu mücadele ile birlikte daha da fakirleştik. Bu bir süre daha böyle gidecek. Daha da kötüleşecek.

Selçuk Sukinoğlu: Yetiştirdiğimiz ürünleri mamul hale getirme imkanımız yok. Buraya hiç fabrika kurulmadı. Rusların taktiği bu. Hiçbir zaman bir ülkeye kendi hammaddesini, yarı mamul ya da mamul hale getirme imkanını vermezler. Ürünler başka ülkeye taşınır, orada yarı mamul hale getirilir. Bir başka ülkeye taşınır, orada mamul hale getirilir. Pamuk burada yetişir, başka ülkede iplik olur. Başka ülkede kumaş olur. Başka ülkede elbise olur. Herkes Rusa

muhtaç olur. Ama hammadde yönünden zenginiz. Topraklarımızın altında zengin maden yatakları var. Yeryüzündeki maden çeşitlerinin hepsi burada var.

Bayır Sergei: Şimdi burada çıkan altının sadece yüzde 10’unu kendimiz alabiliyoruz. Geri kalan kısmı Rusya Federasyonu için Moskova’ya gidiyor. Mücadelemizi kendimizi yönetmek ve öz kaynaklarımıza sahip çıkmak için veriyoruz. Demokratik ve halka dayalı bir mücadele bu. Halk bizi destekliyor. Tuva’da çoğunluğu temsil ediyoruz.

Selçuk Sukinoğlu: Demokrasi kurulursa tabii olarak parlamentoda çoğunluğu temsil edeceğiz. Bugün Türkiye’den gelmiş Türk kardeşlerimizle birlikte olmaktan ötürü çok sevinçliyiz. Bütün Türk kardeşlerimize en içten sevgilerimizi iletiyoruz.

Bayır Sergei: Öz kardeşlerimizle bizim memleketimizde beraber olduk. Bizim büyük misafirlerimiz olarak sizleri ağırlamak bizim için şereftir.

İmat Sergei: Çok uzaklardan bizi unutmayıp ta buralara kadar gelmeniz bizi çok duygulandırdı. Bizi çok da güçlendirdi. Bizim anavatanımızda kutsal Yenisey’in şahitliğinde sizi görmüş olmak bize kıvanç verdi. Aynı kanı taşıyan insanlar olarak kalbimiz daima sizlerle birlikte atacak.

Liderler bu sohbetimizden sonla birlikte bağdaş kurup oturduğumuz topraktan doğruldular, ayağa kalktılar ve bizi Tuva’yı keşfetme gezimizle başbaşa bırakıp onurlu mücadelelerine döndüler.

Tuva Demokratik Milli Hareketi’nin Başkanı Selçuk Sukinoğlu ile yardımcıları Bayır Sergei ve İmat Sergei, Prof. Dr. Turan Yazgan’la Yıldız Sağtürk, Tuva Müzesi’nin bahçesindeki sohbette.

YENİSEY YAZITLARIYLA TARİHE YOLCULUK

Göktürk alfabesi ile yazılı kitabelerin en çok bulunduğu bölge Yenisey Nehri’nin Tuba, Abakan, Kemçil, Çakul, Ulu Kem, Uyuk, Elegest gibi yukarı havzalarında bulunan bölgeleridir. Ulu Yenisey Irmağı’nın kolları arasındaki bu bölgede şimdiye kadar 145 tane kitabe bulunmuştur. Araştırma yapıldıkça çok daha fazlasının bulunması beklenmektedir.

Yenisey’in kıyı sahilinde yürürken nehrin sularına doğru dua eden bir Şaman’a rastlıyoruz. Ayaklarını dizden bükerek altına almış. İki elinin avuç içi göğüs hizasında birbirine bitişik, gözleri kapalı, bir Şaman duası mırıldanıyor. Daha sonra kalkıp çıplak ayaklarıyla nehrin sularına doğru yürüyor. İki avucu ile aldığı kutsal suyu yüzüne sürüyor. Kollarını dirseklerine kadar yıkıyor. Böylece kendini kutsal nehrin suları ile kutsuyor Şaman.

 

Tuva Müzesi’nde milattan önce 2500 yıllarından kalan balballar var. ‘Sığıntaşı’ da denilen balballar, Göktürk alfabesi ile yazılı. Uyuk Turan Balbalı’nın üzerinde Kırgızların damgası var. Binlerce yılın doğa şartlarına karşı yazılar netliğini kaybedip silinmeye yüz tutmakla birlikte yine de

Türkologlar tarafından okunabiliyor, anlaşılabiliyor. Tonyukuk zamanından kalan Orhun Yazıtları, en eski Türklerden kalan önemli kaynak belgeler. Yazılı taşlar çoğunlukla Kayı ve Kırgız damgası taşıyor.

Katun Nehri’nin kıvrımlarından çıkarılmış olan bir taş yazıtta Kuyda Kunçiyum’un eşleri ile vedalaşıp başka bir dünyaya göçmesi kendi ağzından anlatılıyor. Bu bölgede 6 bin yont at, yani yarış atı varmış. Hanım ve akrabalarına, gelinlerine, güveylerine, oğullarına, kızlarına doymamış. Türkolog İgor Kornişov, Yenisey’in Sak sahilinden getirilen bir başka yazıtı Göktürkçe şöyle okudu:

“Oğlan adım, çocuk adım Çıbuç Unal
Erte adım (sonraki adım) Gümül Üge
5 yaşında kansız (babasız) kalıp
19 yaşımda öksüz (anasız) bulıp
Katıklaşıp 30 yaşından öge boltum (Sertleşip olgunlaştım) 40 yıl el tuttum. Budun halk başladım (Devlet kurdum) Taş dışladım. (Dış düşmanlarla savaştım)

71 yaşında Mavi Gök’te (Gök Tanrı’da) eksik oldum (Tanrı’ya kavuştum)

“Gümül Üge, böyle diyerek şiirli bir anlatımla halkıyla ve ailesi ile vedalaşıyor. Kursiyamda bölgesinde bin yarış atı ve koyunları olduğunu, halkının büyük devlet olduğunu anlatıyor. Bu yazıtlar eski Türk hanlarının, kahramanlarının hayat hikayeleri. Elimizde 3-4 bin yıl öncesine ait çok değerli yazılı kaynaklar var. Tamamen tahrip olmadan korunması için özel gayret sarfedilmesi gerekiyor.”

 

Balballar, bu taş yazıtlarla 4500 yıl öncesine doğru kayıp gidiyoruz bir süre. Sibirya ovalarında, yaylalarında at koşturan Kayılar, Kırgızlar... Büyük yuvarlak kıl çadırlar, binlerce savaş atı, yarış atı sürüsü, örgülü uzun saçlarıyla, dik yakalı uzun entarileriyle kadınlar, erkekler, her biri birer savaşçı olarak yetiştirilen çocuklar, kendilerine buyruk kabileler...

     

Bir Şaman töreni

Geçmişe bu gezintiyi müzenin bahçesinde yapılan bir Şaman töreni izledi. Rengarenk her tarafına çaput dikilmiş giysileri içinde, elinde dar ve tek taraflı davulu ile bir Şaman dikkatleri derhal üstüne çekmeyi başardı. Alnında, başlığında, eteklerinde küçük çıngıraklı ziller, davulun tokmağına vurdukça vücudunun hareketleri ile ritme uyuyor. Zil ve davul seslerinden oluşan bir müzik eşliğinde Şaman kah hızlanıyor, kah yavaşlıyor ve boyalı yüzü içinde bazen parlayan, bazen dalan gözleri izleyenleri etkisi altına alıyor. Bu uzun tören, Şamanı dini konsantrasyona hazırlayan bir hazırlık dönemidir. Kendi yarattığı bu müziğin eşliğinde Şaman, adeta kendi kendini hipnotize ederek içinde var olan biyo-enerjiyi yoğunlaştırır ve bunu kah hastalıkları iyileştirmekte, kah doğa güçlerine hükmetmekte kullanır. Şamanistler buna inanır. Tıbbın, bilimin fazla gelişmediği çağlarda, teknolojinin fazla kullanılmadığı dünya köşelerinde insanların kendi inançlarından ve kendi güçlerinden başka neyi vardı ki hastalıklara, kendi benliğini tehdit eden tanımlayamadığı, yorumlayamadığı doğa güçleri ile mücadele etmek için?

Şaman dininden olanlar ölülerini önceleri gömerlerdi. Daha sonraları vahşi hayvanlar parçalasınlar diye tabutsuz olarak çöle bırakmaya başladılar. 9. ve 19. gününde giderler ve hangi organlarının parçalandığına bakarlar. Ruhlarıyla temas kurarak gittiği yerlerin, öte dünyanın nasıl olduğunu öğrenmeye çalışırlar. Büyücü Şamanın ve çocuklarının, cesetleri ise tabut içinde ulu bir ağacın dalları arasına bırakılır. Böylece güçlerinin ruhuyla birlikte göğe yükseldiğine, gökle birleştiğine inanırlar.

  

Geçmişteki Türklerin hayatlarına ve Şaman geleneğinin derinliklerine yaptığımız bu yolculuktan sonraki bölümümüzde Turan’a ve oradan dağlara doğru Seserlik Yaylası’na göçebe çadırlarına doğru birlikte yol alacağız. Daha sonra Sibirya’nın beyaz yaz gecelerinde dalga dalga, şekil şekil bulutların üzerinde Yakutlar ülkesi Yakutistan’a uzun bir uçuşa hazırlanacağız Kuzey Asya’nın en doğu ucuna doğru.

Nehrin sularına doğru dua eden bir Şaman görüyoruz. Ayaklarını dizden bükmüş, eline aldığı davulu göğsü hizasında tutarak, diğer eliyle tokmağa vuruyor. Kendinden geçmiş bir şekilde, davulun ritmine uyarak birşeyler mırıldanıyordu. Binlerce yıl öncesinin geleneklerini sürdüren, rengarenk giysiler içinde Şaman doğanın güçlerini kendi benliğinde topluyor.

 

BÖLÜM 5


VER ELİNİ SESERLİK YAYLASI

Yenisey Irmağı çevresinde bulunan ve en eski Türk tarihinin yazılı belgeleri olarak kabul edilen balbalları, taş heykelleri, yazıtları, Şaman adetleri, Doğu Türkistan müziğini andıran Tuva müziğini ve zarif egzotik halk danslarını geride bırakıp Kızıl’dan Turan’a doğru yola çıktık. Tuva’nın Kızıl’dan sonra Turan, Çadan, Canugar, Narin, Baysüt, Haral, Emi, Aktoğralı gibi şehirleri var.

Eski Türk kenti Turan bugün içinde hiç Türk bulunmayan Rus kenti görünümünde. Tataristan’dan bu yana pek çok yerde göllerin, karayollarının ve ulaşım merkezlerinin ancak kilometrelerce uzağına kurulmasına müsaade edilmiş Türk köylerinin. Dağıtılarak, içindeki Rus nüfus artırılarak, endüstride, devlet işlerinde önemli ve kritik görevlere getirilmeyerek, dil, din ve adları değiştirilerek 3 çeyrek yüzyıl asimile edilmeye çalışılmış Türkler. Turan gibi bir Türk şehri de içinde hiç Türk bulunmayan bir Rus şehri olup çıkmış. Türk obalarına ancak 90 kilometre uzaklıkta Seserlik Yaylası’nda tek tük rastlanabiliyor.

Türk obalarıyla buluşmak üzere Seserlik Yaylası’na doğru yola çıktık. Çamlarla kaplı Uyuk Dağlarında 3 saatte aldığımız 90 kilometrelik yoldan yaylaya yaklaşırken Moğol tipi kıl çadırlar görünmeye başladı. Atlar, sığırlar, keçiler, otlaklara yayılmış. Buradaki Türkler, devlet için hayvan besliyorlar. Bir süre sonra bir obaya yaklaşınca otobüsümüz durdu. Çadırlara doğru yürümeye başladık. Burada halk çoğunlukla Müslüman. Çadırın kapısının önünde annesinin yanında 15 yaşlarında genç irisi bir oğlan, babasının kucağında bembeyaz yuvarlak yüzlü bir kız çocuğu. Çocuğun adı Cinci. ‘İnci’ demek.

        

Evin hanımı bizi ağırlarken çadırın içine buyur edip yayık ayranı sundu. Çadırın tabanı kilimlerle kaplı. Kenarlarda ahşap üstü örtülü sedirler, duvar minderleri, duvar halısı, çadırın ortasında bir odun sobası. Kenarda bir konsol ve üstünde televizyon.

Tam bir ev gibi hazırlanmış. Tek odalı bir ev. Duvarda çeşitli siyah-beyaz soluk fotoğrafların üstüne yapıştırıldığı bir pano. Büyükanneler, büyükbabalar, akrabalar, anne ve babanın nikah resmi ve babanın Kızılordu’da askerlik yaptığı zamana ait fotoğraflar. Genç irisi oğlan çocuk az sonra Moğol kültürünün çizgisini taşıyan mahalli giysileri giydi. Arkadaşlarıyla birlikte çadırın ötesindeki açıklıkta güreş tutmaya başladılar. Seremonileri olan kartal gibi kollarını yana açarak rakibinin üzerinde üstünlük kurmaya çalışan, sonra birden alttan saldırıp rakibinin bacağına dalan bir Moğol güreşi idi bu.

Yerli parlamentonun başkanı Tamara Parçin, konukları obada ziyarete geldi. Köyün devlet için besicilik yaptığını ve göçebe yaşadığını anlattı. Tamara Türk kökenli değil ve dini Lamaizm. Lamaizm, Budizm’in Tibet ve Orta Asya’da biçimlenmiş bir versiyonu. Tibet’te Fadma Samobhava tarafından kurulmuş. İbadet şekilleri arasına büyücülük ve sihir törenleri de yerleştirilmiş Büyük Lama Panteonu’nda mahalli tanrıları, aile tanrıları ve birçok şeytan figürleri vardır. Lamaizm Tibet’ten

    

Moğolistan’a, Çin’e, Sibirya’ya ve hatta Kırgızlar, Kalmuklar aracılığıyla Kafkasya’ya kadar yayılmıştır.

 

Tamara Parçin ve Obadan bir görünüm

Bölge zengin destanlar bölgesidir. Kopuz çalınır. Gırtlaktan gelen yüksek tonda bir sesle mahalli giysiler içinde destanlar okur kopuz sanatçıları. En tanınmış sanatçıları Salçak Toka’dır. En ünlü destanları ise Keser Destanı’dır.

Güney Sibirya Türkleri, Yakutlar ve Kazaklarla birlikte eski Türk geleneğinin en sadık koruyucusu olmuşlardır. Güneyde yuvarlak keçe çadırlarda, daha kuzeyde ise Kızılderili çadırlarını hatırlatan konik ağaç kabuğu çadırlarda otururlar. Destanlarında şiirsellik etkileyicidir. Koybal Destanları’nda bir bölüm şöyle der:

“Bulun t’erin t’erlap t’adır. Bulur sun it’ıp t’adır.
Tös t’erga ep tut-t’adır: Tön t’erga mal gadır-t’adır. Andığı tölnün alnında. Puruğu tölnün sonda.”

“Köşeli ülkede oturur, köşeli suyu içer, ovadadır çadırı. Davarı yüksekte otlatır. Şimdiki nesilden önce, önceki nesilden sonra.”

Sada Destanı’nda ise Ay Mökü’yü anlatırken şöyle der:

“Orada sayısız milletler vardı. Orada sayısız hayvanlar vardı. Delikanlı kız kardeşine geri döndü. Kız kardeşinin elinden tuttu.

Kız kardeşinin elinde tuttu, götürdü.”

Taktabay Mergan’da çok güzel tasvirler yer alır. Mesela at üstünde yapılan, aylar, mevsimler süren bir yolculuk şu ifadelerle anlatılır:

“Kış olduğunu


Kırağıyla örtülü yakadan farketti.

Yaz olduğunu


Kızmış kürek kemiğinden.”

 

Bozkır genişliği

 

“Kargaların uçarak geçemediği Sarsapır bir bozkır vardır orada.”

Sözleri ile anlatılıyordu. Güreşte yaklaşan bir yenilgi ise ifadesini şu sözlerde buluyordu.

 

“Ayağının üzerine az basıyordu.
Daha fazla avuç içlerine dayanıyordu.”

Kardeşliğe teklif için de güzel bir söz var Güney Sibirya Türklerinin destanlarında:

“Kemerin tokasına, bağlılığı gibi Öyle kardeş olmak istiyoruz biz.”

“Kemerin tokasına bağlılığı gibi öyle kardeş olmak” andı içiyordu. Kopuzun yürek tınısı gibi tınısı ve gırtlak nağmelerini gür ve yırtıcı sesiyle kopuz sanatçısı Sibirya yaylalarında.

 

Yenisey Irmağı çevresindeki en eski Türk tarihinin yazılı belgeleri olan balbalları, taş heykelleri, yazıtları, Şaman adetlerini, egzotik müziği, zarif halk danslarını geride bırakıp Kızıl’dan Turan’a doğru yola çıkıyoruz.

 

ROZA’DAN ŞAMAN AYİNİYLE TEŞHİS VE TEDAVİ SEANSI

 

Gün, dağda tez kayboluyor. Uzun dağ yolunu gün ışığında geçmek için erkenden geri dönmek gerek. Akşam otelde konuğumuz Tuvalı genç bir bayan öğretmendi. Roza Nasıkdorju, aynı zamanda tedavi uzmanı. Fakat şamanist tuhaf bir tedavi uyguluyor. Roza insanüstü güçlere sahip. Ellerini kişinin vücudu üzerinde gezdirerek sanki X ışınları neşreder gibi kimin neresinde, ne hastalık olduğunu keşfediyor. Urları, bunların büyüklüklerini, yerlerini, kalp hastalıklarını, geçirilmiş bir kulak iltihabını, bir süre sonra oluşabilecek safra kesesi hastalığını, izleyenlerin hayret dolu ifadeleri içinde tamamen dosdoğru bilir. Ve bir Şaman töreni içinde bunları tedavi eder. Roza 23 yaşında Tuvalı bir Türk. Grubumuzda birkaç kişinin mevcut hastalıklarını ellerini vücutlarının üstünde dolaştırıp, doğru olarak tespit etti. Kendisinden bizim için bir tedavi seansı uygulamasını rica ettim. Bir kalp hastasına uyguladı. Önce hastayı yatağın üzerine yatırdı. Sonra yapacağı işe zihni yoğunlaşma sağlamak için aynen Şaman ayinlerindeki gibi bir tef ile ritm tutmaya başladı. Bu değişken ritm, bir süre sonra onu dalgın bakışlı ve dış dünyadan kopmuş gibi bir izlenim veren bir görünüme getirdi. Tefi bırakıp hastanın vücudundan sanki sökerek birşeyleri çıkarıyormuşçasına hareketler yapmaya başladı. Bu hal bir süre devam etti. Bir süre sonra tekrar tefinin vurgulu müziği ile normal hayata dönmeye başladı. Sonra tamamen kendisine geldi. Teşhisleri tamdı, ancak tedavinin sonucunu anlayabilmemiz o an mümkün değildi.

  

Rusça konuşan Roza, bir Türkolog olan İgor Kornişov aracılığı ile bize kendisini anlattı:

Roza Nasıkdorju: Kendimde olan farklılığı 1991 yılında farketmeye başladım. Birgün ayaklarımın yerden kesildiğini, yerden yükseldiğimi ve yere paralel olarak ama ayaklarım yere değmeden hareket ettiğimi farkettim. Daha sonra seyrettiğim bir tablonun içine girdim ve orada o mekanda hareket etmeye başladım. Bunları şimdi yapamıyorum, ancak o gün bu gündür ellerimde ve gözlerimde insan vücudunun içini sanki ameliyatla açmış gibi görebilme yeteneğim var. Vücudun içinde var olan değişiklikleri görebiliyorum.

Bu arada kendisinde bir rahatsızlık olduğunu söyleyerek, bunu teşhis edip edemeyeceğini soran Orhan Bey için de bir seans uygulayan Roza, onun kalbinde bir rahatsızlık ve damarlarında tıkanıklık olduğunu ifade etti. Gerçekten Orhan Bey’de doktorlar tarafından tespit edilmiş ve kontrol altında tutulmaya çalışılan kalp-damar hastalığı vardı. Roza ayrıca gözlerimizin önünde, bir kişinin kendisi tarafından bilinen bir böbrek üstü kistini, bir başkasındaki uru kesin yeri ve büyüklüğü ile sadece elleri ve gözleri aracılığı ile tespit etti. Bu esrarengiz teşhis ve tedavi uygulamaları esnasında şiddetli yorulduğunu ve bitkin düştüğünü söylüyordu. Kimbilir dünya daha hala ne bilinmeyenlerle doludur.

  

BÖLÜM 6

YAKUTLAR ÜLKESİ: YAKUTİSTAN

Uçaktan bakınca Sibirya geceleri inanılmaz güzellikte. Yazın batmayan güneşi Sibirya’nın bu mevsimine beyaz geceler adını vermiş. Sadece bir saat sürüyor gecenin alacakaranlığı. Bana kalırsa beyaz akşamlar, kızıl geceler demek gerek Sibirya gecelerine. Gecenin saat birinde gün bulutlarının üzerinde kızıl, mavi, mor hareler yayarak bir renk dalgalanması içinde sönüyor. Gece henüz siyah giysilerine bürünmeden gün doğumundan yeniden bu sefer mavi üstüne sarı ve kızıl harelerle yükselmeye başlıyor. Bu mevsim, gecenin karanlık yüzü hemen hiç görülmüyor Sibirya’da

Gezimizde özellikle Yakutistan’ın başkenti Yakutsk’ta Sibirya ile ilgili kavramlarımı değiştiren şeylerden biri de dayanılmaz Sibirya sıcağıydı. Kışın buzlar diyarı Sibirya’ya yazın 2 ay boyunca dayanılmaz sıcaklar hakim oluyor.

 

Saha Türklerinin yaşadığı Yakutistan, yakut, elmas ve altın diyarı. Yakutsk, Sibirya’nın en kuzeydoğusunda ve Türkiye ile arada 7 saat zaman farkı var. Güneş Yakutsk’ta 7 saat daha önce doğuyor. Saedce 2 ay süren yazın sıcağına aldanmamak gerek. En çetin tabiat şartları ve beşeri felaketlerin en zorbası ile daima mücadele halinde olan Saha Türkleri 12. yüzyılda Kuzey Moğolistan ve Baykal Gölü havalisinden Saha yerinin yerleşmeye müsait olan orta Lena bölgesine yerleşmişler. Hiçbir kavimle ilişkiye girmemişler ve dillerini, kültürlerini, örf ve adetlerini olduğu gibi muhafaza etmişler. Sibirya’nın tundralar ve taygalar bölgesine ve Lena Nehri kolları çevresine yayılmışlar.

Saha Türk Cumhuriyeti’nin nüfusu 1 milyon 150 bindir. 3 milyon kilometrekare yüzölçümü var. Yenisey’in doğudan gelen kolları ile Lena’nın batı kolları arasında, güneyde Baykal Dağlarının kuzey eteklerinden Kuzey Buz Denizi’ne kadar yayılır. Ülke yüzölçümünün yarısından çoğu Kuzey Kutup Çizgisi’nin kuzeyinde tundralıktır. Güneyi ise soğuk kuşaktadır. Son iki yüzyıl içinde Sahalar bütün Saha yerine yayılmışlarken, Rus zorlaması ile bu bölgenin en ücra köşelerine çekilmişlerdir. Ruslar, Saha’nın en iyi yerleşme yerlerine Ruslar’ı yerleştirmiş, önemli yol kenarlarını işgal etmiş ve Saha Türklerini dış alemden mümkün olduğu kadar tecrit etmiştir. Sahaların, Trans-Sibirya demiryolunun güneyine geçmelerine engel olmuşlardır. Sahalar, çoğunlukla Kuzey Kutup Dairesi’nin kuzeyindeki tundralarda hayatlarını sürdürmektedirler.

   

Sığır ve ren geyiği beslerler. Kışlar çok soğuk ve uzundur. Gök daima berraktır. Lena Nehri yılda 210 gün donar. Isı ocak ayında –45 dereceyi bulur. Toprak donar. Tundra bölgesi daimi donmuş topraklardan ibarettir. Yakutlar, ulaşım için kışın köpeklerin çektiği kızakları kullanırlar. Güneyinde ise toprak kül rengidir. Tundra yeri diken ve ot türü bitkilerle kaplıdır. Güneyinde ise bir çizgi halinde “tayga” denen muazzam iğne yapraklı orman kuşağı başlar. Bu ormanlarda ladin, köknar, çam, Sibirya melezi, huş ve kavak yetişir.

 

Yakutlar

Sahalar orta boylu, geniş omuzlu insanlardır. Soğuğa dayanıklıdırlar. Saha arabacıları, en sert soğuklarda bile dışarıda kalabilirler. Sahalar çocuklarını soğuğa alıştırmak için çok küçük yaşta vücudunu karla ovarlar. Gözleri küçük, saçları siyah, elmacık kemikleri çıkık, burunları yassı, tenleri koyu buğday renklidir. Sahaların evleri “Urasa” diye adlandırdıkları koni biçiminde bir çadırdır. Kış günlerini ise direklerle yapılmış piramite benzeyen evlerde geçirirler. Kadın-erkek diz kapağına kadar uzanan kaftanlar ve deriden pantolonlar giyerler. Kaftanların önü sıra düğmelerle iliklenir. Kadınların saçları uzun ve örgülüdür. Başlarına serpuş giyerler. Kadınlar ağır bir küpe ve kalın gerdanlık takarlar. Kubbe şeklindeki evlerin iki penceresi vardır. Buraya kışın cam yerine şeffaf buz parçaları, yazın balık derisi takarlar. Çadırın bir kısmı ehli hayvanlar için ayrılmıştır. Yakutlar aile hayatına çok önem verirler

 

Yakutistan’da beyaz geceler

.

Başkent Yakutsk 1632 yılında kurulmuş bir şehirdir. Kuzey Sibirya’nın bu en önemli politik kültür merkezinde çoğunluğu Rus memur ve askerler oluşturur. Caddeleri geniş, evleri ahşap ve ekserisi tek katlıdır.

 

Yeniden yapılanma ile esen hürriyet rüzgarları Yakutistan’a ulaşmıştır. 20 Aralık 1991’de cumhuriyet tarihinde görülen ilk doğrudan başkanlık seçimi yapılmıştır. Başkanlığın aldığı kararlara göre Cumhuriyetin adı Saha Cumhuriyeti olmuştur. Eski Sovyetler Birliği döneminde ülkenin bütün zenginlikleri karşılıksız olarak Sovyetler Birliği’ne akardı. Devlet ekonomik deklarasyonunu ilan ettikten sonra durum değişmeye başlamıştır. Deklarasyonun 5. maddesine göre Cumhuriyetteki Rus işletmeciler karşılıklı sözleşmeler yapacaklar, iç kaynaklara para aktaracaklar ve vergi vereceklerdir. Sovyetler Birliği elmaslarının yüzde 99.5’i Yakutistan’a aittir. Geçmişte bu elmasların hepsi yurtdışına çıkıyordu. 91 deklarasyonundan sonra yalnız elmas ve altından Saha Cumhuriyeti 1991 bütçesine 90 milyon dolar girmiştir. İlk defa elmastıraşçılık fabrikası kurulmuştur. Alman, Japon, İngiltere, İsrail firmaları “Tuzmada Daymond” adlı şirketle iş bağlantıları kurmuş, ayrıca Finlandiya ve Çin’den yeni teknoloji transferleri, Macaristan ve Avustralya ile gıda üretimi, Amerika ile sıhhi tesisat fabrikalarının kurulması için görüşmeler yapılmıştır. Doğalgazın işletilmesi için Japonlar’la önemli bir anlaşma imzalanmıştır. Pek çok ülke Yakutistan ile işbirliği yapmak çabasındadır.

 

Sığır ve ren geyiği besleyen Sahaların ülkesinde kışlar çok soğuk ve uzundur. Isı ocak ayında – 45 dereceyi bulur. Çocuklarını soğuğa alıştırmak için küçük yaşta vücutlarını karla ovarlar.

 

YAKUTSK’TA, RUSLAR BİLE ‘YAKUT TÜRKÇESİ’ KONUŞUR

Bütün baskılara rağmen bugüne kadar halkın benliğinde yaşamaya devam etmiş Yakut Türkçesi, Türk dili fonetiğinin bütün öğelerine, gramer şekillerinin çeşitliliğine ve deyimleri, terimleri ile zengin bir kelime haznesine sahiptir.

3 milyon kilometrekare genişliğindeki alanda yaygın olarak kullanılan Yakut Türkçesi, bugüne değin bu geniş alanın rakipsiz bir ifade aracı olmuş, ticaret, memuriyet ve sürgünle gelenler her kim olursa olsun bu dili öğrenmek ve günlük hayatlarının içine yerleştirmek zorunda kalmışlardır. Bir Kazak yazarının ifade ettiğine göre, Rusların büyük sayıda bulunduğu başkent Yakutsk’ta bile çocuklar, Yakut Türkçesi ile konuşmaktadırlar. Yakut Halk Edebiyatının konu ve çeşitliliği çok zengindir. Yakutça söylenip yazılmış engin bir efsaneler, hikayeler, masallar, ilahiler, türküler ve atasözleri okyanusu içinde, kahramanlık destanlarının çok özel bir yeri vardır. Ar Sogotoç, Ürüng Uolan, Nurgun Botur, Abaçtay Bargan, Bahimni Batır, Çargil Maçsogol, Mülgü Bögö, Kis Nurgustay, Süng Gahin ve Kulun Kulus destanları kahramanlarının adını almıştır. Yakut kahramanlık destanlarının dili, olayları ayrıntılı bir biçimde anlatması, zengin benzetmeler ve mecazlarla süslenmesi bakımından kendine has özellikler taşır. Yakut Halk Edebiyatında mısraların son değil ilk hecelerine dayalı kafiyeler vardır. Bazen 20 bin mısraya kadar varan destansı şiirler halkın “tomuz” diye adlandırdıkları kopuz çalan sanatçılar tarafından gırtlaktan gelen büyüleyici bir melodi ile ezbere okunur.

  

Modern Yakut Edebiyatının başlangıcı ise, 2. yüzyıl başlangıcındaki Rus ihtilal hareketleriyle sıkı sıkıya bağlıdır. Bu hareketler Yakutlarda hürriyet özlemini uyandırmış ve Yakutları siyasi haklar elde etmeye yöneltmiştir. 1908’de yazdıkları özgürlük kokan eserlerin yanı sıra “Saça Soyuha” adlı bir dernek kurarak “Yakutlar için Yakutistan” fikrini yaymaya koyulmuşlardır. Hemen sonra Yakutların ülkesinde ilk defa “Yakutlar Ülkesi”, “Yakutların Hayatı”, “Yakutların Sesi” adlı siyasi ve sosyal nitelikli dergiler çıkarılmaya başlanmıştır. Modern Yakut Edebiyatının kurucuları şair Kulakovskay, tiyatro yazarı Sofronov ve mizah yazarı Neuatroev’dir. Nostroev’in “Demirden Halkın Çocukları”, “Donmuş Süt”, “Korku”, “Skanlad”, “Işık Hüzmesi” gibi Yakut nesrinin en güzel örneklerini taşıyan mizah hikayeleri derin Sovyet aleyhtarı içeriğinden ötürü büyük tenkitlere ve engellemelere uğramıştır.

1922’de Müstakil Yakut Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte “Mançari”, “Kıvılcım”, “Kuzeyin Gençliği” ve “Sabah Yıldızı” yani “Çolpan” adlı dergiler çıkarmaya başladılar. Bu tarihten sonra pek çok değerli şair, edebiyat adamı yetişmiş, çok değerli eserler vermişlerdir. Yakutistan, Sovyet Yazarlar Derneği’nin ilk kurucusu olan Oyunuskay gibi bir kısım yazarlar tutuklanmış, hapisteyken ölmüş, bir kısmı da yoğun baskılar altında eserlerini Kiril alfabesi ile vermeye devam etmişlerdir.

 

Yakutsk’ta Köroğlu gibi büyük bir halk kahramanı olan büyük Nurgun Batur heykeli etrafında bir tur attıktan sonra, Lena’nın kıyısındaki Milli Park’ta Hunlar’dan kaldığı ifade edilen Şamanizm ağırlıklı bir “Baharı Karşılama Töreni” ile devam ediyoruz gezimize. Uzaktan akordeon sesleri geliyor. Milli Park’ın merkezindeki geniş açık alana ulaştığımızda mahalli giysileri ile Yakutlar bir hazırlık içindeler. Ortada 3 direk var. 6-8 metre yüksekliğindeki kademeli yükselen ve bir üçgenin köşeleri üzerine yükseltilmiş 3 ahşap direğin başları ağaca oyulmuş at başı. Gövdelerinde kısmi oyma işlemeler var. At, Türk kültürünün önemli bir simgesi. Süt mavisi, altın sarısı, filizi yeşil, turkuaz, leylak, parlak renkli giysiler içinde Yakut insanı ışıl ışıl bayram yeri oluşturmuş bu 3 at başlı ahşap sütun etrafında.

Bayram yeri, bir renk havuzu. Erkeklerde aynı renklerde ceket-pantolon, kadınlarda uzun elbiseler, bazen süslü başlıklar, bazen fötr şapkalar ve kalın ağır takılar, küpeler, gerdanlıklar. Bu tören uzun, dondurucu soğuk, 45 gün hiç güneş yükselmeyen, 8 ay karanlık bir kış mevsiminden sağ ve sağlam kurtuluş, güneşe, toprağa ve toprağın yeşiline, buzları çözülen akarsularına ve bir kez daha kavuşmanın sevinci ve Gök Tanrı’ya Şükran Bayramı. Şamanizmin bir dalı olan “Ak Din” orijinal adı ile “Ayih” 13 ayı olan eski takvime göre, 21 Haziran günü başlayan yeni yılın, eski bir şarkı olan “Toyuk” ve toplu bir dans ayini ile kutlanması geleneğini yaşatır. Güneşin ve baharın karşılanması için yapılan bir ayindir bu. Bu hayat görüşüne göre ortadaki at başlı sütunlar hayat ağacıdır. Bu ağacın sütun üzerindeki çizgilerle belirlenen alt, orta ve yüksek değerleri vardır. En yüksekte yer alan at başı, en yüce değerleri simgeleyen “Horuday”dır.

 

Yakutsk’taki Milli Park’ın merkezindeki açık alan ortasında üç direk var. Yaklaşık 8 merte yüksekliğindeki ahşap direğin başları oyularak at şekline getirilmiş. Atın, Türk kültürünün önemli bir simgesi olduğu bir daha tescil ediliyor.

Süt mavisi, altın sarısı, filizi yeşil, turkuaz, leylak, parlak renkli giysiler içindeki Türk kadını her yerde aynı. Saka köyünde de, Yakutistan’ın başkentinde de...

 

MÜZİK DURDU, YER-GÖK ‘HOROY’ DİYE YANKILANDI

     

Hazırlık sona erdi ve akordeon sustu. At başlı ağaç sütunların çevresinde halka oluşturan ahali, derin bir sessizliğe büründü. Sütunların altında odunlar çatılıp bir ateş yakıldı. Elinde kımız kabıyla kabilenin reisi, yaşlısı ortaya geldi. Yakutça bir duayı okumaya başladı. Ortalıkta çıt yok. Herkes bu ayinin büyüsüne kapılmış, sessiz bir saygı içinde. Doğaya, doğanın yeniden ışımasına duyulan saygı. Dua tamamlanınca kabile reisi ateşe doğru üç adım attı ve iki eliyle tuttuğu kımız kabını sallayarak önce ateşin üstüne bir miktar döktü. “Horoy” diye bağırdı, halkın cevabı “Horoy” diye yankılandı. Bir silkeleme ile kımız göğe fırlatıldı. “Horoy” diye haykırdı yaşlı kişi, “Horoy” diye yankılandı halk. Kımız kabının bir silkeleyişi ile kımız yere saçıldı. Bir “Horoy”, güçlü bir “Horoy”la yankılandı. Aynı kap doldu, boşaltıldı, doldu, boşaltıldı, dudaktan dudağa dolaştı, ak kımız yudumlandı.

 

Sütunların etrafında el ele, kol kola, omuz omuza bütün ahali ritüel bir müziğin eşliğinde bedenlerini hafif hafif öne, arkaya eğerek döndüler, döndüler. Bir süre sonra yürekten gelen insan sesiyle, insan enstrümanının titreşimleriyle oluşan müzik durdu. Akordeonun ve flütün coşkulu, neşeli sesi ve sevinçli kahkahalar doldurdu doğayı. Kadın kadına, erkek erkeğe, erkek-kadın neşeyle vals benzeri danslar başladı. Ayrılma zamanımız gelmiştir. Geleneksel giysileri içinde Yakut erkeklerin elini sıktık, Yakut kadınlarla kucaklaştık. “Seni seviyorum” anlamında Yakutça “Ben seni yarattım” nidaları yükseliyordu arkamızdan. “Ben seni yarattım...” Ben de seni seviyorum Yakut insanı.

    

  

Üç nesil bir arada

 

Lena Nehri kıyısındaki bir Yakut köyüne doğru yola çıkıyoruz. Atas Köyü’nün evleri ahşap. Çocuklar Lena kıyısında oyun oynuyorlar. Güzel ve temiz çocuklar. Geldiğimizi gören halk evlerinden bizi karşılamaya çıkıyorlar. Yuvarlak yüzlü, küçük çekik gözlü, güleç insanlar. Sığır, domuz, tavuk besliyorlar. Evlerin üstünde süslemeler dikkati çekiyor. Yakın zamana kadar kimsenin kendisine ait mülkü yokmuş. Devlet için hayvan besiciliği yaparlarmış. Şimdi çevredeki otlaklar, evleri, evlerinin çevresindeki araziler kendilerine ait. Kendileri için çalışıyorlar. Yakında bir düğün yapılmış. Bahçesine at başlı bir ahşap sütun dikmiş evin reisi. “Çocukları at sürülerine sahip olsun, zengin olsunlar” diye. Evlerde genellikle 3 nesil kalıyorlar. Yaşlı anne, baba, çocukları ve çocuklarının çocukları. Misafir edildiğimiz evin sahibi, son yıllarda zenginleşmiş. Bahçesi ve özel at sahası var. Bahçesine özel bir sera yaptırmış. Ailesi için sebze, patates, domates, salatalık yetiştiriyor. Traktörleri var. Köyün çevresindeki arazide ekin biçiliyor. Evin reisi 63 yaşında. Evde Saka Türkçesi ile konuşuluyor. Grubumuzdan birisi ne kadar kazandıklarını sordu. “Sırrımızdır. Söyleyemeyiz. Bize yetecek kadar.” diye mahçup cevap verdi. Buralarda gelenektir, erkeğe parası sorulmaz. Halkın dini Şamanizm. Köy yolları toprak. Kışın Lena Nehri donuyor. 8 ay kar kalkmıyor. Köyün içinden doğalgaz boruları geçiyor. Toprağın üstünden yer yer 2 metre kadar yükseltilmiş iri siyah borular köyün manzarası ile bütünleşmiş. Bütün evlerde kalorifer var. Doğalgaz kışın sert geçen hayatı kısmen kolaylaştırıyor.

 

Sibirya’daki evlerin, dükkanların içi hep ahşap oyma süslerle dolu. Bu süslemelerde kimi at figürleri, kimi de doğaüstü güçleri temsil eden figürler yer alıyor.

 

Her şey dolarla

Yakutsk şehrinde son gün. Bir pazar yerinde halkın yaşantısıyla daha fazla içiçe yaşamak mümkün. Çok az çeşit sebze ve meyve var. Çok az çeşit giyim eşyası. Herşey dolarla satılıyor. Küçük ve çürük çarık elmanın, armudun, salatalığın, dağ yemişinin kilosu 4-5 dolar. Halkın eline geçen aylık, 50-60 dolar karşılığı ruble. Halk fakir. Ekonomi bozuk. Gitgide zenginleşen bir kesim ve gitgide fakirleşen halk.

Herkes bu değişim süreci içinde kendisine bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Yakutsk’a Kanadalılar gelmiş, son derece modern hastaneler, oteller yapmışlar. Almanlar gelmiş işletmeler açmaya başlamışlar. Ülkede değişim rüzgarı esiyor ve bu fırtınada halk bir yandan özgürlüğüne kavuşmak, bir yandan da kendi ekonomik özgürlüğünü elinde tutmak için sonu belirsiz bir mücadelenin içinde kavruluyor. Yolu uzun ve yapılacak işi çok Yakutistan’ın.

Yolculuğumuzun uzakdoğusundan geriye dönüş hazırlıklarımız başladı. Dönüş yolu üzerinde Hakas ve Başkurtların ülkesi var. Hakas’ta yaşlı bir Türk kadınının bizi karşılarken duygulu türküsü ve Başkurdistan’da eski bir Kızılordu askeri olan Artur’un, yeni “Özgür Başkurdistan” için yaptığı hürriyet mücadelesi gerçekten bilinmeye değer. Birlikte çıkacağımız yarınki yolculuğumuz da yeni heyecanlarla dolu.

  

BÖLÜM - 7 HAKASYA

ÜLKELERİNDE AZINLIĞA DÜŞEN TÜRK TOPLULUĞU: HAKASLAR

Geri dönüş yolunda bir sonraki durağımız Hakas Türklerinin yaşadığı Hakas Cumhuriyeti içindeki Hakas Özerk Türk Bölgesi. Hakas Cumhuriyeti’nin başkenti 150 bin nüfuslu Abakan. Hakas Özerk Türk Bölgesi Tuva Cumhuriyeti’nin kuzeybatısında, Altay Özerk Türk Cumhuriyeti. Yüzölçümü 61.900 kilometrekare. Eskiden Abakan Türkleri veya Yenisey Türkleri de denilen Hakaslar kendi ülkelerinde azınlığa düşürülmüş topluluklardır. Halkın çoğu Abakan Irmağı ve Ulu Yenisey Nehri’nin kenarında yaşar. Ülkenin üçte ikisi dağlık, bölgenin yarısı ormanlıktır. Ülke kömür, demir, bakır, altın ve nadir madenler bakımından zengindir. Özellikle kömür ve altın madenciliği, kereste ve gıda sanayii önemli iş sahalarıdır. Koyun, at ve sığır hayvancılığı, hububat ekimi, meyvecilik, sebzecilik ve arıcılık halkın önemli geçim kaynaklarındandır.

 

Abakan’a otobüsle bir saat kadar mesafede bir Hakas köyüne doğru yola çıktık. Arşan Köyü. Yeşiller içinde ahşap evlerinin süslemeli yapısı ile güzel bir köy Arşan Köyü. Halkı Hıristiyan. Abakan’da yaşayan, buraya ailesinin yanına ziyarete gelmiş olan Olga Pavlovna bizi yaşlı annesinin, erkek kardeşinin ailesi ile birlikte yaşadığı eve konuk etti. Olga ve erkek kardeşi Rusça konuşuyor. Konuştukları, yolculuğumuza Kazan’dan katılan bir Tatar tarafından tercüme ediliyor.

 

Hıristiyanlıkla Şamanizm kol kola

 

Hakas Türklerinin Kırgız ve Sagay gibi iki önemli kolu vardır. Çin kaynaklarında Kırgız boyuna “Heges” denildiği için aydınlar ülkelerine Hakas adını vermişler. Hakas tabiri, bugün benzer Türk ağzını kullanan birkaç boyun gruplaşmasını ifade etmektedir. Bu grup içinde mütalaa edilen boylar Sagay, Beltir, Kaç, Koybal, Kızıl, Şor ve dolayısıyla Sarı Uygur, Kamasin, Çulım Türkleridir. Bu boyların klasik yazı dilleri ve edebiyatları yoktur.

Sagaylar, Minosenks eyaleti havzasının güneybatı köşesinde, Askıs Irmağı’ndan Abakan’ın üst mecrasına kadar uzayan sahada oturmaktadırlar. Menşelerini ve yaşadıkları coğrafi çevreleri belirten 10’dan fazla boya ayrılmaktadır.

Beltirler, Sagaylarla aşağı yukarı aynı coğrafi bölgeyi paylaşırlar.

Kaçlar, Abakan Vadisi’nde otururlar. Kendilerine Tuba adını veren Koyballar ise Ute Irmağı ile Abakan’ın doğu yakasında yerleşmişlerdir. Fakat Kaç ve Sagaylar arasında erimiş gibidirler.

Nüfusu az olan Kızıllar, Yüs Bozkırı’ndaki Ak ve Kara Ormanları boyunda bulunurlar.

Altaylılar, Teleütler ve Kara Orman Türkleri bu bölgede yaşayan bir gruba “Şor” adını vermişlerdir. Bunlar Sagaylar gibi büyük kentlerde yaşarlar. Teles Gölü ile Tom Irmağı’nın kaynağı çevresindeki ormanlık alanlarda ve Tom Irmağı’nın batı yakasında ve Alatau (Aladağ)’nun kuzey eteklerinde yaşarlar. Av kültürüne sahip olan avcı bir grup olan Şorlar, zengin bir kelime haznesine sahiptirler.

Kendilerini “Kangbaşı” veya “Kanmajı” diye adlandıran Kamasinler, Kaçlara yakın otururlar. Çolım ve Çatlar, Obi Irmağı’nın kollarından Çolım ve Çat akarsuyu boylarında oturdukları için bu adı almışlardır. Yayıldıkları alan Yüs Bozkırı’nın kuzeybatı tarafıdır. Ruslar tarafından “Meletsk Tatarları” diye adlandırılmıştır.

Hakas Türklerinin konuştuğu Türkçe, Uygur Türkçesi’ne yakın bir Türkçedir. Hakaslar, Hıristiyanlaştırılmış olmakla birlikte Şamanist inanç ve adetlerini sürdürmektedirler.

Sibirya’daki Türk toplulukları ya keçeden yapılmış yuvarlak ve sivri çadırlarda, ya da tahta barakalarda oturuyor. Tuva Müzesi’nde otağ biçimi yuvarlak çadırlardan birinin kesiti teşhir ediliyordu.

 

SİBİRYA’NIN İTALYASI: MİNOSENKS

 

Konuk edildiğimiz evde hasta yatağında yatan yaşlı hanım eve doluşan ve Anadolu Türkçesi ile konuşan bizleri farkedince birden canlandı, yatağında doğruldu, Hakas Türkçesi ile birşeyler anlatmaya başladı. Yaşlı hanımın adı Uliana. Başını bile kaldırmaya mecalsiz 90 yaşlarındaki kadın ayağa kalktı, kızı Olga’ya sandığını açtırdı. Sandığın derinlerinden eski bir Hakas kıyafetini çıkardı, üstüne giymeye başladı. Kalın birkaç kat giyilen elbise, onu birden kimbilir belki çok eski yıllara, kendi gelinliğine götürüyordu. Geniş kenarları yukarıya kıvrılan şapkasını başına taktı. “Zırhlarım, zırhlarım” diye seslendi. Takılarını istiyordu. Kalın ağır gümüşten ve boncuklardan yapılmış gerdanlığını taktı. İşte şimdi herşey tamam olmuş, kendini bulmuştu. Ağır, fakat güvenli adımlarla yatağına doğru yürüdü, oturdu. Bitkin kadın birden geliveren büyük bir coşkuyla Hakasça bir türkü söylemeye başladı.

  

Karlı dağlar, altın sular

Altay Dağlarında Altın Göl

Türkü, Hakas Türkçesi ile söyleniyordu. Ne yazık ki, yabancı olduğumuz bu şiveyi anlamakta zorluk çekiyorduk. Bazı kelimeler çok net olarak belirginleşiyor, bazılarını ise karine ile bildiğimiz kelimelere benzetmeye çalışıyorduk. Sık sık tekrarlanan “Karlı dağlar, altın sular” bölümü güzel bir melodi ile belleklerimize yerleşiyordu.

Sonra yaşlı Uliana yorgun düştü. Oğlu koluna girerek onu üstüne özenle giydiği kıyafeti içinde bahçeye çıkardı, kapının önüne koyduğu bir sandalyeye oturttu. Ahşap duvarlar yağlı boya çiçek desenleri ile bezenmiş, kapının üstüne tahtadan bir nal ve bir at kabartması yapılmıştı.

Çatıya minik bir akordeon çalan adam heykeli yerleştirilmişti. Süslemeli güzel bir evdi bu Hakas evi. Yaşlı, yorgun kadını kendi haline bırakarak Olga ile konuşmaya devam ettik. Olga şunları anlatıyordu:

Olga Pavlovna: Komünizmle birlikte isimlerimiz değiştirildi. Biz şehirde yaşayanlar Rusça konuşmaya başladık. Kendi dilimizi unuttuk. Anlıyoruz ama konuşamıyoruz. Fakat şimdi Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte yeni özgürlük rüzgarları esmeye başladı. Halk yeniden Hakas isimleri koymaya başladı. Biz Türk olduğumuzu biliyoruz. Sizleri ve diğer bütün Türkleri yakından tanımak istiyoruz. Bu ilişkiler yeni başladı.

    

Yıldız Sağtürk: Sen kendine nasıl bir isim koymayı düşünüyorsun Olga?

Olga Pavlovna: Şimdi artık çok geç. Yaşım çok geç. Bu kadar yıl bu isimle yaşadım. Ama eskiden, çocukken bana Pajika diyorlardı. Kimbilir belki yeniden bu ismi kullanabilirim, ama yeniden alışmam ve çevremdekileri alıştırmam çok zor. Bütün kayıtlarda Olga yazıyor.

 

Altın Göl

Olga’yı ve yaşlı annesi Uliana’yı daldığı düşünceleri ile başbaşa bırakıp, yaşattıkları bu güzel gün için teşekkür edip ayrıldık. Köy yolunda tarladan dönen bir karı-koca bizimle Hakas Türkçesi ile konuşmaya başladı. Adam 75 yaşında. Ayda 15 bin ruble eline geçiyor. Ailesi Müslüman. 2’si oğlan, 5’i kız, 7 çocuğu var. Kadın bir solukta Hakas isimleri verdiği kızlarının isimlerini sayıyor bize. Razaniye, Ursine, Zerriye, Gülsine, Minligül. Bir yandan konuşarak az ilerideki küçük köy dükkanına birlikte giriyoruz. Renkli pabuçlar, pamuklu kumaşlar, çay ve konserveler. Birkaç çeşit mal, raflara dizilmiş. Bu seyahatimizde hemen hemen her yerde gördüğümüz hesap makinası yerine kullanılan tahtadan yapılmış abaküsle yapılıyor para hesabı. Dükkan sahibi kadın büyük bir ustalıkla teller üstüne birkaç sıra dizilmiş tahta topları elleriyle zarif bir şekilde ve süratle sağa sola kaydırarak alışveriş hesabını yapıyor.

Minosenks, tarihi adı ile Bengisu’da çok güzel yapılmış bir müze var. 1739 yılında kurulmuş bu kasabanın adı “ebedi su, ölümsüz su” anlamına geliyor. Yenisey Kitabeleri çok iyi korunuyor Minosenks Müzesi’nde. Türkolog İgor Kornişov heyete kendi ihtisası ile ilgili Yenisey Yazıtları konusunda bilgiler veriyor. Önce bu yöreden dağlardan çıkarılan madenleri işlemek için bir fabrika kurulmuş. Bu fabrikada çalışan işçiler kurmuş bu kasabayı. Minosenks Müzesi 1890 yılında kurulmuş. Aynı zamanda çok zengin bir doğa müzesi. Doldurulmuş zengin bir hayvan ve bitki koleksiyonu var.

Çok zengin doğa örtüsü olan Minosenks’e “Sibirya’nın İtalyası” diyorlar. Burada sergilenen balballar Güney Yenisey çevresinden çıkarılmış. 1917’de 6 taş yazıt daha getirilmiş müzeye. Bu balballar hakkında St. Petersburg Milli Akademisi dergisinde bilgiler verilmiş, daha sonra İsveçli bir

  

Türkolog tarafından açıklayıcı bir kitap yazılmıştır. Yeni kazılar yapıldıkça çok daha fazla yazıt çıkarılacağı tahmin ediliyor. Eski Türk kültürünün önemli belgeleri olan bu yazıtların çok iyi korunduğu yerlerden birisi Minosenks Müzesi.

Minosenks, tarihi adıyla Bengisu’da çok güzel bir bina müze olarak ayrılmış. Minosenks Müzesi 1890 yılında kurulmuş. Türk kültürünün zenginlikleriyle dolu.

 

BÖLÜM 8

BAŞKURTİSTAN

BAŞKURT GENÇLİK DERNEĞİ’NE BAĞLI 20 BİN GENÇ VAR

 

Geri dönüş yolunda bizi Türkiye’ye ulaştıracak olan Tataristan’ın başkenti Kazan’a varmadan önceki son durağımız Başkurtlar ülkesinin başkenti Ufa... Başkurtlar çok eski zamanlardan beri Avrupa Rusyasının güneydoğusunda başlayıp, Ural Dağları eteklerinde Orsk, Orenburg, Ufa Perm Samara’ya dek uzanan geniş sahada yerleşmişlerdir. Moğol istilasında Batu Han’ın ordularına katılmışlar. Tatarlarla Başkurtlar, bu iki güçlü Türk boyu, Kazan Hanlığı içinde birlikte yaşamışlar, Rus istilasının acısını birlikte çekmişler, birlikte göğüsleyip, birlikte mücadele etmişlerdir. 1552’de Kazan Hanlığı’nın yıkılmasından sonra, bu her iki Türk boyu ortaklaşa düşmanları Ruslara karşı birlikte ayaklanmışlardır. Sonunda güçsüz düşerek, Rus hakimiyetine boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Rusya Federasyonu içinde yer alan değişim ile son 5 yıldır Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti’nde tutuşan özgürlük kıvılcımları gittikçe yangına dönüşmektedir.

Yıldız Sağtürk, Ufa’da Başkurt Gençlik Derneği Başkan Yardımcısı, eski Kızılordu komandosu Artur (Ertürk) İdilbaer’le de görüştü.

Askerliğini Kızılordu’da komando olarak yapmış, Kırım’da, Azerbaycan’da Tatarlar’a, Azeriler’e karşı savaşmış Başkurt genci Artur, yeni adıyla Ertürk, Başkurt Gençlik Derneği’nin Başkan Yardımcısı. Değişim rüzgarları bu Sovyetler Birliği, Kızılordu askerini nasıl olup da ‘dayanışma lideri’ haline getirmiş? Kendisini ve gençlik hareketlerini şöyle dile getiriyor genç delikanlı:

Artur İdilbaer: Ben Başkurt Gençlik Derneği’nin başkan yardımcısıyım. Ayrıca Türk Halkları Birliği’nin de yönetimi içindeyim. Biz Başkurt gençleri, Ufa’da bir kurultay yaptık. Rusya’ya karşı bir açlık grevi başlattık. Tataristan’dan, Karaçay’dan, Kafkasya’dan ve Altay’dan diğer Türk toplulukları da bizi destekliyor. Azerbaycan’daki savaşa ve insanların öldürülmesine karşıyız. Bugün Kazan’da ve Ufa’da yapılan gençlik hareketleri milleti uyandırıyor.

Yıldız Sağtürk: Başkurt gençliğinin katılımları fazla mı Milli Harekete?

Artur İdilbaer: Başkurt gençlerinin harekete katılımları çok fazla. En fazla heyecan Başkurt gençlerinde. Babalarımız, büyüklerimiz biraz eski, komünist fikirlileri. Bu düzene alışmışlar. Parasız hiçbir şey yapılamayacağına inanmışlar. Ama gençler para beklemiyorlar. Para kazanıyorlar. Kazandıkları o para Milli Hareket’e gidiyor. Şimdi Başkurt Gençlik Derneği’ne bağlı 20 bin genç var. Bu rakam çok büyük bir rakam. Bu yörede çok da Rus yaşar. Ama önemli olan kalabalık değil, inançlı olmaktır. Başaracağımıza inanıyorum. Ben Kızılordu’da komando oldum. Azerbaycan’da bulundum. Bakü’de bulundum. Biz kendimizi Sovyet askeri olarak görüyorduk. Sonra bana bir mektup geldi “Biz Başkurdistan’da Milli Hareket yapıyoruz.” diye. Ne olduğunu, niçin yapıldığını pek anlamadım. Sonra kalkıp, buraya geldim. Önce sadece gözledim. Anlamaya çalıştım. Gördüm ki babalarımız eski komünist fikirli. Oysa gençler Başkurt Bağımsız Cumhuriyeti için çalışıyorlar.

Yıldız Sağtürk: Sovyetler döneminde Başkurtlar’ın eğitimi, iktisadi durumu nasıldı?

Artur İdilbaer: Biz o zaman kendimizi Başkurt olarak, farklı olarak görmüyorduk. Farketmiyorduk. Ama şimdi bilinçlenerek, baktığımızda çok eğitimsiz ve fakir bırakılmış olduğumuzu anlıyoruz. Her imkan, zenginlik, iyi meslekler Sovyetler Birliği’nin her tarafına dağıtılmış, Ruslar’a verilmiş. Geride kalan halk, basit işlere yönlendirilmiş. Fakir bırakılmış. Azerbaycan’da, Kırım’da Milli Hareketler yapılmış. Biz gözümüzdeki perde kalkınca gördük ki, onlardan güçsüz değiliz. Bizim de harekete geçmemiz lazım. Şimdi bir gençlik gazetesi çıkarıyoruz. Artık bu gazeteyi sadece gençler değil, babalarımız, dedelerimiz de okuyor. Çok okunuyor. Başkurt Milli Hareketi anlatılıyor bu gazetede.

Yıldız Sağtürk: Başkurtlar Türkiye için ne düşünüyorlar?

Artur İdilbaer: “Türkiye’ye çok bel bağlarsak, bizim için Rusya gibi olmaz mı?” diye düşünenler var. Ancak “Onlar bizim kardeşlerimizdir. Kanımız birdir.” diyenler çoğunlukta. Biz gençler kardeş gibi bakıyoruz Türkiye’ye.

Yıldız Sağtürk: Başkurt gençleri adına Türkiye’ye bir mesaj göndermek ister misin?Artur İdilbaer: İsterim. “Başkurt gençleri sizi çok seviyor.” Türkiye’ye bizden bu mesajı götürün lütfen.

 

Ufa’da Camii Ufa Devlet Sanat Galerisi

UFA SOKAKLARI TANIDIK BİR MELODİYLE İNLİYOR

 

Artur’un, yeni Türk adıyla Ertürk’ün sözleri, genç ama yine de çok yaşamış ve güçlü sesi, Başkurt gençlerinin Türkiye’deki gençlere sevgisi, selamı kulaklarımızda çınlamaya devam ederken, genç bir Başkurt sanatçısının coşkulu kavalı dikkatimizi kendine çevirmeyi bildi.

  

Göğsünde ay-yıldızlı bayrağımızı takmış bu genç, iki eliyle sımsıkı tuttuğu kavalını, güçlü nefes darbeleriyle üflerken etrafımızda dönüyor, vücudu güçle kıvrılıyor, geriliyor, belli ki bu selamla birlikte bir folklorik ses, bir nefes göndermek istiyordu Türkiye’ye. Türkçeyi, Başkurt dilini bilmiyordu, ata dili ona hiç öğretilmemişti. Rusça konuşuyordu ama şimdi o gecikmiş öğrenme tutkusunu, coşkusunu, dillerin en evrenseli olan müzikle, üstelik en sade otantik bir enstrüman olan kavalla dile getirmeye çalışıyor, nefesini dağlar, denizler ötesine iletmeye çalışıyordu.

Dünya çapında ünlü sanatçılar yetiştirmiş Başkurdistan.Ünlü baler Rudolf Nureyev Başkurdistan’ın Ufa kentinde doğmuş. Annesi Rus, babası Müslüman Tatar. Kızılordu politik komiseri. Nureyev çocukluğunda Baskurt Halk Danslarındaki başarısı ile kendini göstermiş. Leningrad’da Kirov Balesine bağlı Vaganova koreografi enstitüsüne kabul edilmiş. İyi bir eğitimin ardından kısa zamanda Rusya’nın en iyi baleti olmuş. Daha sonraları mesleki yaşamını batı dünyasında sürdürerek dünya bale tarihine adını altın harflerle yazdırmayı başarmış.

Ressam Mikhail Nesterov, büyük buz hokeyi oyuncusu Andrei Zyuzin ve rock şarkıcısı Zemfira ünlü Başkurt sanatçılardan bazıları.

 

Ve yolculuğumuzun sonuna doğru bir Başkurt kadını bizi ülkemize uğurluyordu.

Dönüş yolunda Başkurt bir tenor Türkiye’den gelenleri bir arya ile uğurluyor. Adı Seyfullah. Filarmonide çalışıyor. Derken “Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur” nağmeleri dökülüyor tenorun ağzından Ufa sokaklarına.

 

En Eski Rus Kalesi

Başkurtlar, Güney ve Orta Ural Dağlarının doğu ve batısında uzanan bozkır ve ormanlık bölgelerde yaşarlar. Başkurdistan’ın başkenti Ufa’dır. Ülkenin yüzölçümü 143.600 kilometrekare, nüfusu 3.341.600’dür. Nüfusun yüzde 49’unu oluşturanlar Türkler, Başkurtlar, Tatarlar, Çuvaşlardır. Rusların oranı yüzde 42’dir. yüzde 9’u diğer milletlerdendir. Ekonomisi petrol, tarım ürünleri, demir ve tuza dayalıdır. 

Altınordu Devleti yıkıldıktan sonra Başkurt ilinin bir kısmı Şıbanoğullarının, bir kısmı ise Nogay Mirza’nın yönetimine girdi. Ülkeyi, kurultayın seçtiği bir başbuğ ile 12 bey 

idare ederdi. 17. yüzyılın ilk yarısında Ruslar, kanlı mücadeleler sonucu burayı ellerine geçirdiler. Başkurtlar, her fırsatta Rus hakimiyetine başkaldırdılar. 1872’de ise tamamen Rus teb’ası olarak kabul edildiler. 1917 İhtilali’nden sonra Başkurtlar, yeniden harekete geçtiler. Rusya Müslümanları Umumi Kurultayı’ndan sonra kendi ülkelerinin idari biçimlenmesi için 3 kişilik bir komite kurdular.

2. Velidi Topan, Said Miran, Allahberti Cafer’den oluşan bu komite, Kazak ve Kırgızlarla anlaşarak ilk Başkurt kongresini kutladı. Bir ordu teşkil ederek uzun mücadelelerden sonra 19 Şubat 1919’da Sovyetlerle dahili muhtariyeti kabul eden bir anlaşma yapıldı. Başkurt ve Kazakların birleşmek için yaptıkları müracaat Sovyetler tarafından reddedildi. Bu tarihte Başkurdistan, Türk çoğunluğunun hakim olduğu bir ülke idi ve merkezi İsterlitamek şehriydi. Daha sonra ülkede Sovyet idaresi kurulunca Ufa vilayeti Başkurdistan’a katıldı ve başkent yapıldı. 

Başkurtlar’ın dili “Başkort tele” dedikleri Başkurt Türkçesidir. Başkurtlar, 1928’e kadar Arap alfabesini kullandılar. 1928’de Bakü Türkoloji Kongresi’nden sonra Latin alfabesine geçtiler. 

1586’da kurulan Ufa şehri, ilk Rus kalesidir. Ufa şehrinde metalurji sanayii, petrol rafinerileri ve dokuma sanayii geliştirilmiştir. 
Sibirya’yı baştan başa saran Türk dünyasında değişim rüzgarları esiyor. Hakas’ı, Tuva’sı, Altay’ı, Başkurt’u, Yakut’u, Tatar’ı özerk cumhuriyetlerine kavuşma, kendi kendilerini yönetme çabasında. Bütün Sibirya baştan başa değişik Türk lehçeleri ve Türk kültürünün renkleriyle bezeli. Sibirya’ya yaptığım 25 bin kilometrelik yolculuktan sizlere ilginç, düşündürücü ve heyecanlandırıcı izlenimler taşımaya çalıştım. Geriye dönüp baktığım zaman yine de anlatamadığım pek çok şey kaldığını fark ediyorum. Gezinin tümünün bende bıraktığı toplam duyguyu, özü paylaşmak istedim. Orada bir köy var uzakta. Oralarda bizim kültürümüzden, bizim köklerimizden gelişmiş, yetişmiş dallar, filizler var. Kardeşçe ilgimize muhtaç. Kendilerini geliştirsinler ve kendi ayakları üzerinde durabilsinler diye. 
Türk dünyası; Altaylısı, Yakutu, Tatarı, Hakası, Tuva kişisi ve Başkurtuyla ayakta, değişim rüzgarına kucak açmış, aynı soy, farklı devletler ve topluluklar olarak Avrasya’nın belki de en büyük kültür zenginliğini oluşturuyor. 

     

 

WEB YAYINLARI 2008

ARAŞTIRMA

Yıldız Sağtürk Kitapları

 

HERKESE KENDİ FİLOZOFU Antik Ege ışıltıları

SİBİRYA DOSYASI
 Yıldız Sağtürk Sibirya Türkleri Arasında

DÜNYANIN YARISI KADIN Yaşanmış Gerçek Öyküler

ÇOK ÇİĞ ÇAĞ Düşünce Bulvarında

KÖSTEBEK YOLU - Uyuşturucu Dosyası (2008 revizyonu)

 

 

 

 

gallery/pict1

Kitaplarım

Yıldız Sağtürk Sibirya Türkleri Arasında
gallery/ren geyiği çiftliği
gallery/yıldız yakut kadınlarla rop2
gallery/imat sergei

Yazan: YILDIZ SAĞTÜRK