NOSTALJİ

 

Bir şehrin soluk alış verişini o şehrin caddelerinde, sokaklarında görürsünüz. Günün her saati insanların akın akın bir yönden diğer bir yöne aktığı, bir sokak satıcısının keskin sesinin sizi gayriihtiyari o tarafa yönelttiği, bir renk aleminin dikkatinizi buradan alıp ta oralara çekip aldığı sokaklar vardır. Bir şehrin nabzının attığı sokaklar. 

Evine naylon poşetler içinde nevalesini taşıyan emekli memur, çocuğunun ayağına daha uygun fiyata ayakkabı bulmaya çalışan anne, uzun bir alışverişin ardından bastıran açlığını kebapçıda bastırmaya çalışan bir karı koca, ucuz süslü takılar almak için gülücükler, kahkahalarla dolaşan, gelinlik mağazalarının önünde iç geçiren genç kızlar, babasının yürütmek için kolundan çekiştirdiği ‘Boyalı macun isteriiiim’ diye ağlayan küçük çocuk, gözden kaybolmak için kalabalığın içine dalan şaşkın sevgililer bu alışveriş cümbüşünün içinde bir oraya bir buraya bu sokaklarda dolanır dururlar.

İşte Kemeraltı İzmir’in nabzının attığı yerdir. İzmir’in insanının soluk alış verişini hissedersiniz Kemeraltı’nda.

Her zaman gittiğinizde hep aynıdır, ama kişiler farklı farklıdır. Şikayetleri, serzenişleri duyarsınız. Toplumun kalbinin nasıl attığını hissettiğiniz bir yerdir Kemeraltı. Esnafıyla, imalatçısıyla, alıcısı , satıcısıyla yıllar sonra da her zaman gittiğinizde hep aynı olacağını bilirsiniz. İnsanlar yıllar öncesiyle hep aynı gibidir. Bir nostaljidir Kemeraltı. İzmir’in insan mozayiğini yansıtır.  Binalar aynıdır. Aradığınız aynı şeyleri aynı yerlerinde bulursunuz. Manifaturacılar çarşısı, Hisar Camii, dövme dondurmacı, Kızlar Hanı, bakır bedesteni, Mücevherciler Hanı, saraçlar, Çakaloğlu Hanı, Vezir Han, Servili Han, Mirkelam Han, Esir Han Küçük Demir Han … 17. ve 18. yüzyıllardan günümüze gelmiş bu yaşayan hanlar Kemeraltı’nın 300-400 yıllık tarihi zenginlikleri. Oysa Kemeraltı’nın tarihi daha da eski ta 12. yüzyıla dayanıyor. Tarihi İpek Yolu’nun en batı ucu İzmir Liman Kalesinin ticaret merkezi Hisar Camii’nin çevresinde  kurulmuş. 

Geçmişten bugüne, bugünden belki özünü daha da ortaya çıkarabilecek yeni düzenlemeleriyle geleceğe bir kültür köprüsüdür Kemeraltı.

 

Yazılarım

gallery/pict2

Saygı Duyulacak İnsana

gallery/yıldız

Nostalji

BİR AYRICALIĞI YAŞAMAK

 

Biliyor musunuz, şu savaşların, kavgaların, hırçınlıkların hiç bitip tükenmediği bencillik dolu dünyamızda en fazla sevgiyi paylaşan, en fazla sevgiyi üreten, dağıtan, çoğaltan kim, biliyor musunuz?

En fazla sizi siz olduğunuz için seven, sizi hiç kimseyle paylaşmak istemeyen, sizin için hayatını bile hiç düşünmeden feda etmeye razı, katıksız, karışıksız, beklentisiz bir sevgiyle sahibine bağlı hayvan dostlarımız.

Bir sıcak dokunuşun, bir tatlı çağırışın, sevgiyle sunulan bir lokma yiyeceğin hatırını yıllarca unutmayan, uzun bir süre sonra görse bile sizi hemen tanıyan, hatırlayan vefalı sevgililerimiz.

Düşünüyorum da evcil hayvanların şu karma karışık bencil, sevgisiz dünyamızdaki varlığının amacı sanki sevgiyi üretmek. Sevgiyi tanıtmak… Sevgiyi sürdürmek…

Bir sokak köpeği düşünün, mutlaka bir insana yaklaşmak, ona sokulmak, ona dokunmak, onun peşinden gitmek ister.  Dünyanın oluşumundan, insanlığın gelişiminden bu yana vahşi insana ilk sokulan, ilk evcilleşen hayvan köpek olmuş. Belki de köpek sevgisiyle ilkel insanı evcilleştirmiş. Köpek insanlaşma yolunda doğanın ilkel insana sunduğu ilk armağan olmuş. İnsan evcilleştirirken evcilleşmiş.

Onu hiç yeterince tanımadan bile duygularınızı, düşüncelerinizi, yapmak istediklerinizi, sevinç ve üzüntülerinizi, korkularınızı, endişelerinizi, sağlığınızı hiç konuşmadan beyin gücüyle algılar bu üstün dostlar. Sizi sizden çok derinden hisseder. Onu tanıdıkça, zamanla size de insan olarak çoktan kaybettiğiniz hasletleri kısa zamanda öğretirler. İnanın bu konuda çok bilge öğretmendirler.

Oysa biz sokulmak,  sevmek, sevilmek isteyen kendilerinde var olan doğal değerleri bize yeniden kazandırmaya hazır bu değerli arkadaşlara nasıl muamele ediyoruz? Korkarak, iterek, kovarak, yokederek onları çevremizden uzaklaştırmaya çalışıyoruz. Bilin ki o en çok sizin sevgisizliğinizden korkar. Sevgisizliğinizin yaratabileceği vahşete karşı tavır alır. Kimbilir belki de bu vahşi davranışlarımızla biz evcilleşmekten, ilkelleşmeye doğru geri geri adımlar atıyoruz. 

Japonya’da bütün ilkokulların bahçelerinde bir köpek heykeli vardır. Hiç kimsenin unutamadığı bu köpeğin çok duygulu bir öyküsü var. Bu köpek her sabah işe giden sahibiyle birlikte yola çıkar, banliyö tren istasyonuna kadar onu uğurlar, tekrar eve dönermiş. Her akşam işten dönen sahibini karşılamaya tekrar istasyona gidermiş. Bir gün sahibi şehirde bir trafik kazası geçirmiş ve bir daha geri dönememiş. Köpeği onu istasyonda beklemiş. Dönmeyen sahibini karşılamak için yıllarca her akşam sahibini karşılamaya istasyona gitmiş. Beklemiş. Ağlamış. Herkes onu tren istasyonunda bütün gelen trenleri vazgeçmeden beklediğini görürmüş. Ve bir gün köpek tren istasyonunda hiç gelmeyecek olan sahibini beklerken can vermiş. Bu vefa öyküsü Japon’ları çok derinden etkilemiş. Onu bütün ilkokulların bahçesine diktikleri köpek heykelleriyle yaşatmaya, çocuklarına vefanın ne olduğunu bu öyküyle anlatmaya çalışmışlar.

Sahibi öldükten sonra yemeden içmeden kesilen, başka bir sahibi reddeden ve onun mezarı üstüne uzanarak ölen pek çok köpek vardır.

Hayvanlardan ve doğadan uzaklaşan  insanın ödemek zorunda olduğu bedeller var. 

Bakın en son yapılan araştırmalar çok önemli bir bulguyu ortaya çıkarıyor. Alerjilerden korunmanın en iyi yolu neymiş biliyor musunuz?  

Danimarkalı bilim adamlarının yaptıkları bir araştırmanın sonuçları şöyle: “Çocuklarınızın ne kadar çok ve çeşitli evcil hayvanı varsa ileri ki yılarında karşılaşacağı alerji riski de o kadar az oluyor. Bir çiftlikte yaşamak ya da sık sık doğaya çıkmak alerji ihtimalini azaltıyor”. ‘Bu çelişki nereden kaynaklanıyor’ diye soruyor araştırmacılar. ‘Belki de alerji yapan maddelerle sık sık bir araya gelen bünye bir bağışıklık sistemi oluşturuyor. Vücut o maddeyi zararsız bir madde olarak tanımlamayı öğreniyor. Ailelerin çocuklarını hayvanlardan ve doğadan gereksiz koruma dürtüsü, onun bünyesinde onulmaz yaralar açıyor’.

Hayvanlardan ve doğadan korkmayalım değerli dostlarım. Bırakalım onlar bize kaybettiğimiz nice değerlerimizi yeniden kazandırsın. Bir süre birlikte yaşamaya başladığınız zaman hayatınızın ne kadar güzelleşeceğine, onları tanıdıkça ne denli sevgi yüklü olacağınıza  inanamazsınız.  Onları sevmenin, birlikte yaşamanın mutlu dünyasında, bir arada olmanın ayrıcalıklarını gelin yeniden keşfedelim. 

Hayvan dostlarla bir arada olmak gerçekten bir ayrıcalıktır.

 

Bir ayrıcalığı Yaşamak

SORGU "LA QUESTION"

SAYGI DUYULACAK İNSANA

 

Şehrin biraz uzağında bir apartmanda ailenizle birlikte oturuyorsunuz.

Gece kapı sertçe çalınıyor. Kim olduğunu soruyorsunuz. Kimlik bildirmiyor  kapıya vuran. ‘Açın!’ diyor yalnızca. Ne istediğini soruyorsunuz. ‘Konuşacağız’ diyor. Kapı deliğinden bakıyorsunuz. Tanımadığınız üç adam. Bu saatte açamayacağınızı söylüyorsunuz. Kapıyı vurmaya devam ediyorlar. Sesinizi yükselterek gitmelerini istiyorsunuz. Kapıyı zorlamaya başlıyorlar. Komşulardan çıt yok. Evdekiler polise telefon ediyorlar. Uzun süre telefona cevap veren çıkmıyor. Çıksa da ne zaman gelecekleri meçhul; daha önceki tecrübelerinizden bazen araçlarda benzin olmadığı için vaktinde gelemediklerini biliyorsunuz. Evde çocuklar, genç kızlar ağlamaya başlıyor. Kapıyı zorlamaya devam ediyorlar.

O sırada elinizde bir tabancanın sıcaklığını ne kadar çok istersiniz!..

Yine bir gece birden uyanıyorsunuz. Bir karartı gardırobu, yatak odasındaki çekmecelerinizi karıştırıyor. Oğlunuzun ismini söylüyorsunuz. ‘Evet’ diyor. Ama o oğlunuzun sesi değil.. Eşinizi uyandırmaktan korkuyorsunuz.

O sırada yastığınızın altında bir tabanca olmasını istemez misiniz?

Yıllarca dişinizden tırnağınızdan ev almak için biriktirdiğiniz parayı ev sahibine vermek üzere Tapu idaresine giderken bir  kapkaççı elinizden kapıyor. Besbelli sizi gözetlemişler. Zorbanın peşinden koşuyorsunuz.Suç ortakları sizi engellemek için üzerinize bira şişeleri atıyorlar. Bir tanesi sizi başınızdan yaralıyor. Ortalıkta ne bir polis var, ne de yardım eden biri. Etrafınızdakiler korku dolu gözlerini sizden kaçırıyorlar.

Elinizde bir demir parçası olsaydı.

Yıllar önce TRT’de ‘Bu Çocuklar Bizim’ adında bir dizi program yapıyordum. Etkisini izleyenler hatırlar. Seçtiğim konulardan biri, suç işleyen çocuklar ve çocuklar üzerine işlenen suçlardı. Etkili bir jenerikle programa başlamak istiyordum. Jeneriği buldum.’Sevimli küçük bir çocuk, elleri arkasından direğe bağlı, gözleri siyah bir bezle sıkıca kapatılmış. Kamera, baş planda  çocuğun yüzünü görüyor. Sonra zoom out açılıyor. Omuz plan, bel plan, boy plan kamera geriye doğru çekiliyor. Silahların uçları görülüyor; Silahları tutan çocuk omuzları. Genel plan. Mahallenin 5-6 çocuğu oyuncak silahlarıyla, direğe bağladıkları küçük bir çocuğu kurşuna diziyorlar. Çocukları ağızlarında silahlar birbiri ardına patlıyor. Küçük çocuk vurulup önce diz üstü çöküyor. Sonra bir iç çekiş. Başı öne düşüyor. Her şey donuyor. Bu sahne ve program seyircilerden olağan üstü tepki aldı. Etkisi diğerlerinde olduğu gibi uzun müddet devam etti. Düşündüm. Yayıncı arkadaşlarla. Psikologlar. Sosyologlarla tartıştık. Küçük bir çocuğun arkadaşları tarafından yalancıktan kurşuna dizilmesi, elbette insanın içini donduruyordu. İnsanlar silah görmek istemiyorlardı. Şahsen silahlanmak isteyenler bile, başkalarında silah olsun istemiyordu. Çocuklarına boy boy oyuncak silah alanlara, o güne kadar silahlı bir çatışmanın içinde olup olmadıkları, silahları olsa bile olay anında soğukkanlılıkla kullanıp kullanamayacakları sorulduğunda, zeka seviyesi düşük olmayanlar hep olumsuz cevaplıyordu soruyu.

‘Peki neden çocuklarınıza silah alıyorsunuz’ diye sorulduğunda, ‘çocuklar istiyor, ne yapalım’ diye cevap veriyorlardı. Çocukların yetiştirilmesinde idareyi çocuklar ele alıyordu demek ki. Silah söz konusu olunca çocuklar anne babalarına isteklerini zorbaca kabul ettiriyorlardı. Zorbalık eğilimi oyuncak silahlarla besleniyordu. Ayrıca korkunun silaha ihtiyacı vardı. Hele evin içindeki bir silah, evde çocuklar varsa bomba gibiydi.Konu uzar gider. Ben yıllarca belinde tabanca taşıyanların olay anında nasıl acze düştüklerini; insana silah kullananların, sonrasına nasıl katlanamadıklarını anlatabilirim.

Bilinir ki uygar toplumlar organize edilen toplumlardır.Asayiş güvenlik güçlerine aittir. Eğer orada zaaf ve yetersizlik varsa düzeltilmesini sağlamak vatandaş olarak bizim sınırlarımız içindedir. Asayiş bizim için vardır. Kişisel silahlanmanın suçu, haksızlıkları, zorbalıkları arttırdığı, adaletin bile kılıca baş eğdiği hep görülmüştür. Çoğalan silahlar kini ve nefret duyulan insanları çoğaltacaktır.Ayrıca o küçücük demir parçalarıyla büyük rant yapan şeytan bakışlı düzenbazlar, silah tacirleri ceplerini dolduracaktır.

Oysa bilgi ve sanat toplumları nefret edilecek değil, saygı duyulacak insanları çoğaltmanın yollarını arıyor. 

 

SORGU  (LA QUESTION)

Uzun yıllar önceydi, sanırım 12-13 yaşlarındaydım. Evde masanın üstünde bir kitap duruyordu. İnce, beyaz kapaklı bir kitap. Üstünde LA QUESTION yazılıydı. Daha sonradan onun Fransız gazetecisi ve yazarı Henri Alleg tarafından yazıldığını öğrendim. Kitap yabancı bir isim taşıdığı için dikkatimi çekmişti. İç sayfalarını şöyle bir karıştırdım. İşkence sahnelerini anlatıyordu. Aceleyle birkaç yerine daha baktım. Fransızların Cezayir halkına yaptığı, cellatların çeşitlerini denediği işkenceleri anlatıyordu.

Küçük bir çocuktum. İçim bulandı. Gözlerime yaş doldu. Kitabı kapattım. Bir çocuktum. Ömründe hiç ölü görmemiş, ailesi tarafından örselenmemiş, tokatlanmamış, onuru korunarak yetiştirilmiş bir çocuğun kaldıramayacağı bir yıkıntı altında kalmıştım. Ve yapayalnızdım.

Birkaç gün geçtikten sonra, kitap hala aynı yerde duruyordu, İçimdeki bulantı hissine rağmen kitabı yeniden elime aldım. Neden ve Niçin’e bir cevap arıyordum. Kim, neden, nereden, nasıl bir emir aldı da bunları nasıl yapabildi? Kitabın önsözünü açtım. Jean-Paul Sartre tarafından kaleme alınmıştı. Sonradan, birkaç sene sonra, Jean-Paul Sartre’ın dünyayı etkileyen en büyük düşünürlerden biri, bir Fransız bilge kişisi olduğunu öğrendim. Henri Alleg’in Cezayir’de, diğer Cezayirliler gibi işkence gördüğünü, işkencelere tanıklık ettiğini, bu kitabının Fransa’da yasaklandığını okudum.

Sartre’ın yazdıkları bunca yıl geçmesine, okuduğum yıllar çocuk olmama rağmen daha hala aklımda. Sartre diyordu ki, “Almanlar Fransa’yı işgal ettiği zaman yaptıkları mezalim, işkence, kötülük kulaktan kulağa söylenir dururdu. Biz Fransızlar, Alman subaylarının, askerlerinin karşılarına geçip gözlerinin içine bakmaya cesaret edemezdik. Onun için hep sırtlarından bakardık. Kaputlarının yakalarından, enseleri görünürdü. Alman köylülerinin enseleri. Bu enseleri tanırdık. Bizim toprağı çapalarken, fide dikerken, ekin biçerken, güneşten yanmış, kavrulmuş köylülerimizin, Fransız köylülerinin enseleri. Hiç farkları yoktu. O zaman düşünürdüm. Yabancılaşır, karmakarışık, bulanık düşünürdüm. Sanki bizim köylülerimiz, bizim çiftçilerimiz bu işkenceleri bize yapıyormuş gibi gelirdi. Kimlerin, niçin, nasıl bir duygu ile bu saf, bu sade insanlara, bunu nasıl yaptırabildiğini hiç anlayamadım. Şimdi benim köylüm, Cezayirde, Cezayir köylülerine aynı işkenceleri yapıyorlar. İşkenceler çeşitleniyor, daha çok acı veriyor, daha silinmez oluyor.”

Çağına tanıklık eden bir yazarın silinmez acılarıydı bunlar. Çocukluğumda, benim de, silinmez acılar bıraktı içimde. Yıllar sonra Fransızların haksız, mesnetsiz, soykırım iftiraları için Parlamentolarındaki gayretleri, Fransa’da kamu oyu yaratmak için yaptıkları propaganda ve beyin yıkama çabalarını düşünüyorum. İçimde çocuklukta La Question’u okurken duyduğum haksızlığa isyanı, derin acıyı yeniden duyuyorum.

O zamandan bu zamana kitabı bir daha hiç görmedim. O zamandan bu zamana bir milletin, Cezayir’in, sömürgecilerin ifadesiyle ‘kara ayaklıların’, tarihinde hiç unutulmayacak acı izler bırakan insanlık suçunu hatırlamak istemedim. Ben gözlerimi kapatsam da bir gerçek hiç değişmiyordu. Cezayir’de de, Osmanlı’da Ermeni vahşetinin arkasında da “Böl! Parçala! Öldür! Yok et! ” emrini veren o sömürgeci güçler vardı. Şimdi her soykırım iddiasını duydukça silahlı Ermeni vahşetiyle öldürülen küçük çocukların, evrende hiç sönmeyecek acı çığlıklarının üstünde yükselen soykırım heykelleri içimi dağlıyor. Bu iftira heykellerinde, kendi kanlı ellerini başka mazlum ulusların üzerine silen sömürgeci ruhun cehennemini görüyorum. 

Fransa sömürü zihniyetle başkalarının ülkelerinde yaptığı mezalime, kendi geçmişine gözlerini yumuyor.  Kendi tarihinin kirini tarihe gömüyor.

Ve bugün o Fransa Meclisi 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarının inkarını suç sayan düzenlemeyi kabul ediyor.

Tarihi tarihçilere bırakmak dururken, tarihi gerçekliği siyasetin kirli oyunlarıyla tersyüz edip siyasi menfaatine alet ediyor.

Fransız ihtilalinin özgürlük ilkelerine hiç yakışmayan bir yeni zihniyetle, bilgiçlik ve popülarizmle ifade özgürlüğünü bile hiçe sayıyor. Yıkılan, dağılan, ermeni çetelerince sırtından vurulan ve ayakta  kalmak için kendini savunan bir ülke halkının gerçeğini tersyüz ediyor. İhaneti cezalandırmayı soykırım addediyor. 

İşte Fransanın bir kez daha ortaya çıkan ikiyüzlülüğü. 

Ama bu Fransız halkına verilen bir ceza. Fransız yönetici diyor ki, ‘Ey halkım, sen tarihi inceleyemezsin. İncelediğin zaman bulduğun gerçekleri açıklayamazsın. Çünki ben senin düşünceni şimdiden mahkum ettim.’ 

Fransız Parlamentosunda sadece 38 kişinin el kaldırmasıyla Fransız halkının düşüncesine pranga kondu. Fransız halkının dilleri zincirlendi.

Ancak toplumlar üstüne işlenen bu tarihi suçun sorumluluğu sadece el kaldıran bir avuç insanın değildir. Aynı zamanda bu sorumluluk oturuma gelmeyen tüm Fransız Parlamentosunundur. Bu ses Fransız Parlamentosunun sesidir.

Bu ses sessizce çökmekte olan Avrupa Uygarlığının ilk ayak sesleridir.

 

gallery/kemeraltı
gallery/resim 144
gallery/oyun_şiddet_çocuk
gallery/satre

Düşünce Bulvarında Gezinti